“Günü geldiğinde, şu anda tuttuğumuz defteri de açacağız” dedi önce. Sonra yetmedi OHAL ilan etti. Ardından bazı gözaltı haberleri aldık! Sonra da internet kısıtlamaları başladı. Yıkıntılar arasında yakınlarını arayanların sesini kısmayı marifet saydı hükümet. Ardı sıra ‘’Böyle bir dönemde hâlâ basit siyasi çıkar uğruna çirkef bir şekilde hâlâ burada olumsuz kampanyalar yürütmeyi ben hazmedemiyorum. Bununla ilgili olarak da bazı haysiyetsiz, açık konuşuyorum, namussuz kişiler, kampanya yaparak “Hatay’da biz asker, jandarma, polis göremedik’ gibi yalan yanlış iftiralar atıyorlar.’’ diye öfkeyle kameraların karşında tüm halka korku dolu sözler savurdu Sayın Cumhurbaşkanı.
Buradan açık söylüyorum. Benim ‘’defterimi açmak’’ için beklemenize gerek yok. ‘’Haysiyetsiz’’ demenize bile aldırmadan yazmaya devam edeceğim.
Enkaz başında içeriden çıkmasını ümitle beklediği çocuklarına vermek üzere, cebinde bir paket bisküvi ile bekleyen babanın dramını görüp susmak ise haysiyetli olmak, beni de yazın o defterdeki haysiyetsizler listesine!
Ya da Adıyaman’da kabristanda çocuğunun battaniye sarılı bedenine sarılarak ağlayan ve kefensiz gömecek olan babanın yaşadığı acıyı bin iki yüz km. uzaktan hissettiğim için sizden özür dilerim Sayın Cumhurbaşkanı. Ben namussuzum duygum olduğu için.
Enkazdaki kızının elini bırakmayan babanın fotoğrafını görüp ağladığım için bölücü de diyebilirsiniz bana. ‘’Bana bir masal anlat baba/ İçinde bütün oyunlarım / Kurtla kuzu olsun şekerle bal / Anlatırken tut elimi / Uykuya dalıp gitsem bile / Bırakıp gitme sakin beni’’ diye şarkıyı mırıldanarak kendimi tuvalete zor atıp hıçkırarak ağladığım için de özür dilerim. Aklıma mukayyet olamadığım, çağrışımlara engel olamadığım için suçluyum. Potansiyel bir suçlu olduğum için hak ediyorum ‘’haysiyetsiz’’ olmayı!
Hatta sahipsiz ölülerin nasıl gömüldüğünü merak ettiğim için vatan haini bile diyebilirsiniz bana. Ve hatta motosiklet üstünde kefenlediği cenazesini defnetmek üzere giden iki adamın fotoğrafını paylaştığım için de!
‘’Gençler bir asır önce vefat eden dedelerinin mezar taşını dahi okuyup, anlayamaz durumdadır’’ diyerek Cumhuriyet Devrimlerini eleştirip, ‘’O mezar taşlarında bir tarih yatıyor’’ demiştiniz Sayın Erdoğan daha önce. Mezar taşlarına ve geleneğe bağlılığın bu denli önemini vurgulamıştınız. Oysa 2023’te sayısını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz kadar çok beden gömülüp gidecek. Belki kefensiz, belki namazsız ama mutlaka mezar taşı bile olmayacak başlarında! Eğer tüm bunları düşünüp söylemekse mesele, evet ben suçluyum.
Kar sularını eritip içen insanlar var. Kolundaki serumu tutması için ayaklık olarak yer fırçası kullanılan vatandaş var. Çocuğunu arayan ana/babalar var. Ana/babaları bulunamadığı için bir yerlerde ‘’biriktirilen’’ küçücük çocuklar var.
El feneriyle, kamera ışığıyla enkazda arama yapan ekipler var! Enkazdan çıkardığı mobilyalarını yakarak ısınan insanlar var sokaklarda!
Enkazdan çıkınca ‘’Annemi de kurtarın’’ diyen yavrular var. Yollara sıra sıra dizilmiş ölüler ver. Sağken ısıtamadığımız o soğuk bedenlerini battaniyelerle örttüğümüz ölüler var! Sahipsiz ölüler!
Milyonlarca insanın dayanışma ile topladığı o battaniyeler enkazdan çıkan insanları ısıtmak içindi oysa! Şimdi cesetlerin, sahipsiz donmuş bedenleri örtüyor insanların umutla gönderdiği o battaniyeler!
Deprem vergileri ile yol yaptık, havaalanı yaptık, hastane yaptık diyordu eski bir Bakan. Yıkılan yollar var! Çöken havaalanı pisti var. Yıkılan belediye binası, hastane, 112 binaları var. Kent merkeziyle tek bağlantısı olan yolu/köprüsü çökmüş köyler, beldeler var!
Oysa ‘’Başkanlık Sistemi’’ne geçince her şeyin çok hızlı gerçekleşeceği, devletin çok daha ivedilikle her şeye müdahale edebileceği söylendi bu halka. Hız dediğimiz bu mudur?
Varsın bizler bunları söylediğimiz için sizin saydığınız tüm bu sıfatları hak etmiş olalım. Ama en çarpıcı soruyu sormadan da bırakmayalım: Devlet nerede?
Beni suçlamadan önce 1999 yılında kaleme alınan şu satırları lütfen dikkatle okuyun. Her kelimesinin altına imza atıyorum. Yazanın eline sağlık.
‘’Milleti himaye edilmeye ve yol gösterilmeye muhtaç bir topluluk olarak gören devletçi bakışın rahatsız olduğu konu, aslında gerçekten neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda yol gösterilmeye muhtaç olanın devlet olduğunun ortaya çıkmış olması sanki. Yoksa insanların canları niye kurtarılmadı diye kamu otoritesini eleştirenlere ya da canları kurtarılma ihtimali olanlara bir an evvel ulaşılması için seslerini yükseltenlere bu derece şiddetle karşılık verilmesinin ne anlamı olabilir?’’
Ve şunu ekleyeyim hemen. Bu satırların sahibi AKP Sözcüsü Ömer Çelik’tir. Söz konusu yazı da dönemin ‘’muhalif’’ gazetesi Yeni Şafak’ta “Bugün susmak…” başlığıyla 23 Ağustos 1999’da yayımlanmıştır.
Yine Ömer Çelik’in tarihe not olarak düştüğü satırlarla bitsin bu yazı: ‘’Oysa tek âli toplumun hayat hakkını korumak olan devlet, tam bir şaşkınlık içine düşerek toplumu büyük bir felaketle başbaşa bıraktı. Kırılan gururunu tamir etmek kaygısından arta kalan kırıntıları enkaz kaldırma ve kurtarma faaliyetlerine dönüştürmeye çalıştığında ise iş işten çoktan geçmişti’’
Varsın bizler bunları söylediğimiz için sizin saydığınız tüm bu sıfatları hak etmiş olalım. Ama en çarpıcı soruyu sormadan da bırakmayalım: Devlet nerede?