İnsanın doğasında çok eşliliğin olduğu, tek eşliliğin devletleşme, normlar oluşturma çabasıyla ortaya çıktığı üzerine birçok yazı var. Tartışmalar da hep bunun üzerine ‘Aslında bizim doğamız çok eşli, kendimizi, topluma ayak uydurabilmek için, tek eşliliğe zorluyoruz’ gibi. Biz ne vakit doğamıza uygun davrandık ki eşlilik konusunda doğamıza uygun davranalım. Doğa, dünyadır. Dünyayı sona doğru sürükleyen bir tür olarak yaptıklarımızı, arzularımızı ifade edecek olan eşlilik doğası mı sadece aklımıza gelen?
Gerçekten doğamızda çok eşlilik mi var? Üreme, dişi ile erkeğin bir araya gelmesi, türün devamlılığını sağlayabilmek ve genetik açıdan nitelikli bireyler elde etmek çabasıdır. Primatların yani içinde bizimle birlikte şempanze, goril, orangutan gibi insansıların ve diğerlerinin bulunduğu grubun dörtte üçünün çok eşli olması her primatın bu çoğunlukla aynı şekilde evrimleştiği anlamına gelmez. Primatlarda dişi birey hep daha nitelikli bir erkek arayışında iken erkek birey ise spermlerini daha geniş bir alana yayma eğilimindedir. Ama bizim bu kadar büyük bir beyne sahip olmamızın elbette bir nedeni vardır.
Bizim atalarımız ile şempanzelerin ataları yaklaşık 7 milyon yıl önce birbirinden ayrılmış. 3,5 milyon yıl önce atalarımızın tek eşliliğe doğru gerçekleşen evrimsel süreci başlamış. Bunda tek eşli babanın anne ile birlikte yavrularını daha iyi koruyabilme ve böylelikle neslini devam ettirebilme eğilimi yatıyor. Bunun üstüne bir de avcılık, et toplayıcılığı ve ateşin bulunması ile pişiricilik ortaya çıkınca işte o kırılma noktasına yani diğer primatlardan ayrılma, daha kıvrımlı ve büyük bir beyne doğru gidiş gerçekleşiyor. Çünkü büyük bir beyin için kaslara oranla kat ve kat daha fazla kalori ve düşünme için zaman gerekli. Bu bizi tabi sıkı bir tek eşliliğe götürmüyor, sonuçta neslin devam etmesi için biri olmazsa diğeri. Ama eşler arasındaki bağı, aile kurma, sağlıklı bir şekilde nesli koruma ve devam ettirme yönünde güçlendiriyor. Bu da topluma ayak uyduran değil, toplumu aileyi ortaya çıkaran olduğumuz bir evrimsel süreci yaşadığımızı gösteriyor.
İnsanız biz belli bir zeka seviyesine, akla sahibiz bizim niteliğimiz de bu. Toplumu yeniden şekillendirebilecek toplu halde sahip iken, bireysel olarak sahip değiliz elbette. Ne kime göre nasıl yanlış, veya doğru bilmiyorum. Zaten, bu yazı da bunu anlayabilme çabam.
Daha önce söylediğim gibi, çok eşliliği savunanımız da var bizim doğamız budur diyerek, tek eşliliği savunanımız da var sonsuz aşka inanarak.
Aşk sonsuz mudur? Bir kişi hayatında sadece tek bir kişiye mi aşık olabilir? Birden çok kişiye aşık olunabilir mi? Hatta aynı anda birden çok kişiyi sevebilir mi? Birden çok kişiye sevgilim diye bilir mi? Bir birliktelik için aşk şart mı? Bunlar hep tartıştıklarımız. Evet. Çevremizde bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar uzun yıllar aşkla birlikte olan, gıpta ile baktığımız veya altında çeşitli sebepler aradığımız nadir çiftler var. Çok mutlular.
Bir kişi bir diğerine aşık olduğunu söylediği vakit, başka biri ile de birlikte olması, ona ‘sevgilim’ demesi, aldatma olarak biliniyor. Bu eylemi gerçekleştirenler veya gerçekleştirenleri doğal karşılayanlar buna çok eşlilik diyebiliyor. Ülkemizde bu eylem genellikle erkek bireylere özgü olduğundan ‘erkekliğin doğasında bu var’ a kadar gidebiliyor. Doğamızda var çünkü yapmamak olmaz.
İstatistiklere göre (nerde yapıldıysa bu anketler) kadınların %40’ı, erkeklerin ise %60’ı birlikte olduğu kişiyi aldatıyormuş. Kabaca bir hesap yapsak ama bu kesinlikle doğru bir hesap değil, aldatmayan kadınlar ile aldatmayan erkekleri eşleştirdiğimizde aldatmayan kadınların %20’si açıkta kalıyor yazık onlara.
‘Non Fiction’ isimli bir Fransız filmi izledim. Aile kurumundaki iki yüzlülüğü ortaya koyan bir film. Herkes birbirini bir diğeriyle aldatıyor. Aldatılan eşler, eşinin kendisini kimin ile aldattığını bile biliyor ama sesini çıkarmıyor birlikteliklerinin devamlılığı için görmezden geliyor. Örneğin filmin baş karakteri eşinin kendisini aldattığını biliyor, aile kurumunun (adı bile kurum) devamlılığı için bunu görmezden geliyor ve hatta hali hazırda kendisi eşini zaten altı yıldır aldatıyor.
İşte insanın canını sıkan bu, düzenin insanları içine ittiği bu durum bu iki yüzlülük. Bizim ülkemizde durum daha da vahim. Çok eşlilik erkeklere, iki yüzlülük de zorunlu olarak kadınlara ait. Aile kurumunun devamlılığını, yavrunun iyi yetişebilmesini sağlamak için düzene ( doğamıza) ayak uyduran sadece dişi birey. Toplumda maddi olanaksızlıklar, mahalle baskısı nedeni ile kadının bir aileye, bir kocaya, bir koruyucuya ihtiyacı olduğunu düşünmesi, onu affeden, görmezden gelen konumuna itiyor. Yok olan hayatlar. Kadının toplumdaki bu yeri ayrı bir tartışma konusu.
Zaten bu kadınların çoğu ‘angut’. Angut kuşları tek eşlidir. Hem de ölümüne. Angut kuşu eşi öldüğünde başka bir yırtıcının kendisini öldürmesini bile göze alarak ki genelde son bu oluyor, gözünü eşinden ayırmadan ölmüş eşinin başında bekler, yas tutar. Bizim kara kartal da öyle, hani Beşiktaş’ın simgesi olan kara kartal, tek eşli ve eşi ölse de başka bir eş bulmaz kendine. Tabi bunun doğa yasalarının etkisi vardır. Bir primat olan gibbon türü ise bazı primatlar gibi tek eşli ama onu özel kılan gibbon erkeğinin eşi hamile iken eşini aldatması.
Diğer hayvanlarda tek eşlilik, çok eşlilik, tek eşli olup sadece eşi hamile iken çok eşli olunması türe özgü bir durum. Bizim türümüzde ise durum farklı. Coğrafik koşullar, toplumları ayakta tutma, neslini devam ettirme özellikleri, belki de çok geniş bir coğrafyaya yayıldığımız için eşlilik bizde çeşit çeşit. Her ne kadar atalarımız bundan 3,5 milyon yıl önce tek eşliliğe doğru evrimsel bir yol izlemiş olsalar da sıkı tek eşli topluluklar olduğu gibi çok eşli topluluklar da yaygın olarak gözlenmiş.
Benim kanaatim neyi savunursak savunalım, hangi hayat biçimini benimsersek benimseyelim, bunun için bir başkasını üzmeyelim. Evet anı yaşayalım dilediğimiz, istediğimiz gibi ama bunu yaparken bir başkasının anını zehir etmeyelim.
‘Hayat kısa, kuşlar uçuyor’ tek eşli olsa da. Biz de uçalım özgürlüğe, anı yaşamaya, layıkıyla.