Uzunca bir zamandır süregelen seçim sürecimiz nihayet dün itibariyle son buldu. 31 Mart’ta gerçekleştirilen seçimlerde elde avuçta ne varsa yitiren iktidar en azından İstanbul’u elinde tutabilmek için tekrarlattığı seçimlerde bu kez belki de kendi tarihinin en ağır yenilgisini almış oldu. Sandıktan 31 Mart’ta çıkan sonuç ile 23 Haziran’da ortaya çıkan sonucun anlamı birbirinden çok farklı özellikler taşıyor. 31 Mart’ta AKP’nin sadece bir belediye başkanlığını kaybetmişken bugün bir belediyeden çok daha fazlasını kaybettiğini söylemek çok da abartı olmaz diye düşünüyorum. Ortaya çıkan fark iktidar kanadında bugüne kadar yürütülen propagandanın iflasını açıkça ortaya serdi.
Evet; halkın gerçek gündemleri ile kendi gündemlerinin birbirinden ne kadar farklı olduğunu hiç göremediler. Bu nedenle ayrıştırıcı, ötekileştirici bir dilin aslında tabanda tersten etkilere yol açabileceğini, kendileri saltanat sürerken halka çay simit hesabı yapmalarının karşılığının çok ağır olacağını, hemen herkesin dediği gibi kibrin ve güç zehirlenmesinin, en ufak eleştiriye baskı ve ceza ile karşılık verilmesinin birbirinden çok farklı kesimleri yan yana getirebileceğini de doğal olarak hesap edemediler. İktidar bundan sonra önüne nasıl bir yol çizer bilinmez ama işlerinin düne göre çok daha zor olduğu kesin. Akrabacılık, yandaşlık ve eş dost siyasetinin halkta nasıl karşılık bulacağının, yaşam tarzına müdahalenin, doğayı talan etmenin, inşaattan başka proje geliştirememenin, betonun, israfın ve daha sayamayacağımız bir dünya şeyin sonuçlarının ne olacağını dün bir kez daha gördük.
Beka ile yola çıkıp illet, zillet ile devam eden süreç bitmek tükenmek bilmeyen yerlilik-millilik kafasıyla iyice bulanıp, “o Pontus, bu terörist” lafları ile çığırından çıkınca geriye sadece “Kürt’de olsa” ile başlayan bir cümle kurmak yeterli oldu. Bunun yanında süreç Cumhur İttifakı açısından son bir umut İmralı’ya kadar uzanınca yani “iktidar için her yol mubah” anlayışına gelip yaslanınca, önceden belli kesimlerden aldığı desteği bile yitiren bir ittifakın aslında çaresizliği de gözler önüne serilmiş oldu.
Peki ya CHP açısından meseleye nasıl bakmak gerekir? Şüphesiz İmamoğlu’nun süreci hayli iyi yönetmesi, Kaftancıoğlu’nun ise aynı süreci perde arkasında başarılı bir şekilde örgütlemesinin önemi yadsınamaz. Bunun yanında Kılıçdaroğlu’nun çok fazla ortalıkta görünmemesinin de sürecin bu kadar rahat ilerlemesine hatırı sayılır bir katkı sunduğunu düşünmekteyim. Cumhur ittifakının yukarıda tarif ettiğimiz propaganda diline karşılık İmamoğlu’nun sürekli ekonomiden bahsetmesi, salonlarda değil sokaklarda ve pazar yerlerinde dolaşıyor oluşu farklı kesimlerden bir dolu insanın hayatına doğrudan temas etme şansını da beraberinde getirdi. Yine genel özellikleri itibariyle İmamoğlu’nun çok geniş bir kesim tarafından kabul görmesinde herkese bir yerlerden biraz tanıdık geliyor oluşunu da ifade etmek gerekir. Tabi tüm bunların yanında seçimin belirleyicilerinden birisi de Demirtaş’ın ta kendisi oldu. CHP tarafında çekingen, utangaç, kısık sesli tarifler yerine bu durumun daha açıktan ifade ediliyor oluşu bu etkinin boyutlarını da tarif ediyor aslında.
Peki ya sadece bu mu? Şüphesiz ki ortaya çıkan başarıyı sadece tarafların yukarıda saydığımız yol, yöntem ve planları ile bakış ve kavrayış düzeyleri belirlemedi. Aksini iddia eden yanılmış olur. Şimdiye kadar saydıklarımızın etkisiyle birlikte geniş halk kesimlerinin artık değişimden yana olan kararlı tutumları ve kendi taleplerine sırtını dönenlerin, görmezden gelenlerin bir derse ihtiyaçları olduğu fikri ile eskisi gibi yönetilmek istememe eğilimi iktidarın hiçbir şekilde itiraz edemediği sonuçları ortaya çıkardı.
Sloganını dahi sokaktan, gencecik bir çocuğun coşkusundan alan İmamoğlu doğal olarak her şeyin artık çok güzel olmasına ihtiyaç duyan milyonlarca insanın desteğine de sahip oldu. Öte tarafta her yaptıkları işi somut olmayan bir şeyler üzerinden tarif etme, dünyevi özelliklerden sıyrılmış başka âlemlere havale etme alışkanlığı da sandıkta karşılığını yaklaşık 800 bin oy fark olarak aldı. “Gönül Belediyeciliği” denen şey çıkarları birbirinden farklı olan milyonlarca insanın ne kadarının gönlüne göreydi üzerine düşünülmeyince yoksulların ve ötekileştirilenlerin gönlünün mevcut gidişata razı olmadığını da hep birlikte anlamış olduk.
Bundan sonra kazananlar açısından nasıl bir pratik hayat bulacak bunun takibini elbette yapacağız. İstanbul’un vizyonunun, görüntüsünün, fikrinin değişecek olma ihtimali dahi insanı fazlasıyla heyecanlandırmaya yetiyor. Umuyorum ki işin bu kısmını keyifle izleme şansımız olur.
Kaybeden taraf içerisindeki olası gelişmeler de bir tarafıyla merak uyandırıyor. Bakalım gemiyi ilk kimler terk edecek?