Günlerdir düşünüyorum bir “hayır” yazısı yazmak için nereden başlamalı diye. Elbette alabildiğine fazla gerekçe öne sürerek böylesi bir yazı kaleme alınabilir. Evet ya da hayır diyenlerin nedenleri, evet ya da hayır sonucunun orta ve uzun vadede ortaya çıkarabilecekleri üzerine sayfalarca yazı yazılabilir. Hayır diyecekleri bir kenara bırakarak “evet” üzerine kimi şeylere kafa yormaya karar vererek başlıyorum yazıya. Planlanan yasal değişikliklerde, el değiştirecek yetkilerden, tek adamdan, çok adamdan bahsetmeyeceğim bu yazıda. Siyasetin içindeki adamlardan ve onların “evet” deme sebeplerinden de bahsetme niyetinde değilim. Çünkü biraz daha sokaktaki insandan, çıkarları amansız destek verdiği siyasal çizgiden özü itibariyle farklı olan, yarı aç yarı tok gün geçiren, madende göçük altında kalan, bombalardan, yoksulluktan, iş cinayetlerinden, savaştan payını alan ve buna rağmen yaşadıklarının sebeplerini görmemekte ısrar eden insanları, cinayetlere kurban giden, tacize tecavüze uğrayan, değil yalnız ikinci sınıf insan muamelesi görmek, eve hapsedilmeye, toplumsal alandan soyutlanmaya çalışılan kadınlardan, kar üzerinde çıplak ayakla, naylon terlikle okuluna giden çocuklardan bahsetmek, onların yarınını tahmin etmeye çalışmak daha sağlıklı olur diye düşünmekteyim.
Sebze pazarları dağıldıktan sonra, akşam vakitlerinde çöp diye atılmış sebze meyveleri toplayıp evine götüren insanların hüznünü, sadece üç kuruşluk sosyal yardım alabilmek için günlerce belediyelerin kapılarını arşınlayan insanların çaresizliğini, caddeleri süslemiş ışıltılı vitrinlerde sergilenenler her neyse bunlara sahip olamayacağı gerçeğini bilip o vitrinlere ancak dışarıdan bakan insanın kendinden menkul hayallerini ve eksiklik duygularını, bütün gün yaşadıkları kentlerin sokaklarını arşınlayan işsiz insanların can sıkıntısını, kendi emeğine yabancılaşmış, elindeki üç paralık işinden de olmamak için sessiz kalmayı, görmezden gelmeyi, duymamayı alışkanlık haline getirmiş insanın muhtaçlığını, bundan daha kötüsü içinde bulunduğu tüm gerçekliğe rağmen yerini kendini o duruma getirenlerin yanı olarak gören insanın anlaşılmaz tavrını, üniversitede okuyup tatillerde harçlık çıkartmak için inşaatta çalışırken yirmi, yirmi beş kat yüksekten düşüp ölen gencin hesabını, o yirmi beşinci kattaki rezidansa yerleşecek kişinin şu sayılanların hiçbirini umursamayan zavallı yaşamını biraz olsun hesaba katmadan yapılacak bir tercih var mıdır dersiniz?
Hem siyasal yaşamın hem de toplumsal alanın yeniden dizayn edildiği, uluslararası alana dair yürütülen tartışmaların düne göre daha fazla başlıkla ve Türkiye açısından daha özel durumlarla tartışıldığı, yaşanabilecek kimi kırılmaların belki de daha etkili olabileceği öngörüsü üzerinden aslında meselenin evet ya da hayır demekten daha ötesinde kimi şeylere işaret ettiğini görmezden gelip hareket etmenin alınacak tavrın ayaklarının havada kalmasına da neden olabileceğini unutmamak gerekir. Önümüzdeki referandum elbette sıradan bir oylama değil. Bu nedenle yukarıda en azından bir kısmını saymaya çalıştığım günlük yaşamın tüm ayrıntılarını göz önünde bulundurup, uzun bir geleceğin insani boyutta bir tasvirini yapmayı zorunlu kılan koskoca bir yaşamı oylayacağız. Yarınımız kolay değil ama imkansız hiç değil… Umudu büyütmek adına Nazım Hikmet’le bitirelim.
“Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri."
- - - - -