Yeni bir yazı için bilgisayarın başına oturmadan bir zaman önce ne yazacağıma karar vermiş olurdum hep. Bu kez öyle olmadı. Aklımda hiçbir şey yokken yazmaya koyuldum “kervan yolda dizilir” diyerek. Gündemde olup bitenlere dair bir yazıdan ziyade başka bir şeyler yazmak istiyordum aslına bakarsanız. Aklımda üzerlerine bir süredir kafa yorduğum kimi konular da vardı. Zaman-mekan-insan bağlamında ele alınacak bir kent yazısı olabilirdi. Veyahut son dönemde üzerine yoğunlaştığım semboller ve iktidar başlıklarında ele alınabilecek başka bir konu da vardı aklımda. Onlardan birinden bir giriş yapayım diye düşünürken Hakkari’de geçtiğimiz günlerde öldürülen 14 yaşındaki çocuğu hatırladım birden. Üzerine onlarca sayfa yazı yazılır. Nasıl bir kadermiş coğrafyanın üzerine yapışan? Bu kısmı bile sabaha kadar tartışılır. Coğrafyanın kaderi sayılan ve bu yolla normalleştirilen bu çocuk ölümünü aklımdan çıkartayım da yazmak istediğim konuya döneyim dedim fakat bu kez de birkaç gündür yollarda yanan yolcu otobüsleri aklıma saplanıp kaldı. İçerisinde yaşamlarına veda eden insanlar… Kim bilir o kahrolası yangınlar olmasa hangi güzel kavuşmaların hikâyelerinde yerlerini alacaklardı? Hangi vedaların ardından yola çıkıp, koyuldukları yolun geri dönüşlerini düşlemişlerdi? Başlarını yasladıkları camda ovaları, tarlaları bir bir geçerken hangi hayallerin orta yerindeydiler kim bilir?
Aklım yine gitti işte. Yazmayı hiç istemediğim bir yazının orta yerinde kalakalacağım öylece. Belli oldu. Nedendir bilmem, ayrıntısını bilmediğim bir röportajda Okan Bayülgen’in itibar suikastı yapılıyor dediği çifti düşündüm sonra ve işler benim için iyice çığırından çıktı. Hani şu karı koca devletten çift maaş alıp, “daha fazlasını kazanacakken devlete bu paraya hizmet ediyoruz” anlamında sözler sarf eden çift. Sonra üniversitelere aile boyu atananlar, belediyelerdeki amcaoğulları, yeğenler, kuzenler, oğlanlar, dayılar, damatlar… Kısacası patronların yedi sülalesi… Kimilerine göre “devletin malı deniz” hesabı. Bizim buradan bakınca da “haramilerin saltanatı”.
Alatlı nasıl yaparım da cehalete daha fazla yaranırım telaşıyla “Anglosaksonlar 550 yıldır Shakespeare dışında yazar mı çıkartmış? 550 yıldır aynı şeyleri okuyorlar” diyerek aklımızı yaktıktan kısa süre sonra yeni bir yazı yazmaya niyetlenmiştim. Aklımdaki o yazının yazılamayacağını kırk yıllık “yazarın” “cehalete övgüsünü”, edebiyata olan bu uzaklığını, eğilip bükülmelerini bir kez daha görünce anlamalıydım aslında. Kolay değil öyle eğilip bükülmek, orada da bir damat hikâyesi var tabi. Bu hikâyenin en başında da Alatlı Türkiye Rönesans dönemini yaşıyor demişti. Hatırlarsınız. Damada bundan iyi destek mi olur? Bunları düşünürken savrulduğum ruh hali dünyanın bu en tuhaf gündemler toplamının içerisinde iyiden iyiye karmakarışık bir hal aldı.
Tüm bunların üzerine bir arkadaşım üç buçuk saatte İzmir’den İstanbul’a gidip gelmenin bedelinin 500 TL’yi geçtiğini hatırlatınca öylece bir gülümsedim. Yılda birkaç kez İstanbul’a giden birisi olarak bu parlatılan “yol hikayesi” benim için başlamadan bitmiş oldu tabi. İzmir İstanbul otoyolu Tokatlı, Bayburtlu, Gümüşhaneli vatandaşlara hayırlı olsun ne diyelim?
Sigaraya zam gelmiş, ne yapacağız diye düşünürken Neşet Ertaş’ın dönemin herkese sigara bıraktıran başbakanına “zenginse bıraksın, fukaraysa ne yapacak” diye başlayıp devam ettiği o içten konuşmasını hatırladım. Türküleri gibi her sözü de ders olsun memlekete. Hepsini ayrı güzel okurdu da “Bugün Ayın Işığı” daha bir güzeldi sanki. İnsanın içine dert olup oturur. Öyle bir türkü.
Parasını verip internetteki yayıncı platformlardan faydalananlar da RTÜK sansürüne takılmış, yeri gelmişken belirtelim. Üç beş bölüm sonra Behzat Ç. ye ayran içirip umreye yollarlarsa kimse şaşırmasın.
Kazdağları talan edilirken başka bir şeyler yazmayı da içi almıyor insanın. Ne vicdan alıyor, ne akıl, ne mantık… Bir taraftan birileri “Kanadalı şirket şu kadar ağaç dikti” diyerek göstermelik bir hatıra ormanı üzerinden o katil şirketi bizlere sevimli göstermeye çalışadursun yaşanan doğa katliamının karşısında bu ülkenin vicdan sahibi insanlarının tepkileri de gün geçtikçe büyüyor. Belki de en güzel yazılar o güzel insanların kazanacağı, her birine anasının ak sütü gibi helal “güneşli güzel günlerde” yazılacaktır. Kazdağları ile birlikte Salda, Hasankeyf ve Munzur’un da talancıların ellerinden kurtulduğu günlerde...
Bu yazı burada bir yerlerde bitmeli artık. Kazıdıkça yeni can sıkıntıları, yeni kederler, yeni öfkeler çıkıyor altından gündemin. Çorlu’daki tren katliamında yakınlarını kaybeden ailelerden ve şehrin orta yerinde sağa sola saldıran o vahşi baklavacı kardeşlerin serbest bırakılmasından bahsetmeyeceğim. Bir dahaki yazıya kadar memlekette talan, yağma, zam, kadın cinayeti, nefret cinayeti, çocuk ölümleri, iş cinayetleri, patlayan bombalar, iyi hal indirimli katiller, ödül gibi ceza alan tecavüzcüler, yanan otobüsler, raydan çıkan trenler gibi gündemler olmazsa eğer belki de en başta bahsettiğim konularda bir şeyler karalarım.