Platon, komedi izlerken gülen seyirciyi soytarıyla aynı seviyede düşünür ve tragedya izlerken ağlayan izleyiciyi ise utanmadan gözyaşı dökmekle itham eder. Çünkü gösteri sırasında verilen tepkilerin hayatın içindeyken verilmediğini, dolayısıyla gösterilerin gereksiz ve zararlı olduğunu söyler.
Elbette ki bu fikirden hareketle gösteri sanatlarının ya da gösteri biçiminde sunulan edebiyatın zararlı olduğu düşüncesine ulaşmayacağız. Fakat Platon’un bu açıklaması üzerinden gerçek yaşam ve izleyicisi olduğumuz yaşam içerisindeki tutarsızlığımızı hatırlamamız da yarar var sanırım.
Yaşam gitgide hızlanıp sertleşirken ve bir taraftan bütün insanlık korku, endişe ve öfke toplumuna dönüşürken, hemen hepimiz gerçeklikle ve acı ile karşılaşmaktan kaçıyoruz.
Artık acı da dram da çok çeşitli ve öyle fazla ki acıdan hoşlanmıyor ve yok saymayı bir korunma biçimi olarak görüyoruz sanırım. Durup düşünmek, yavaşlayıp hissetmek, görüp itiraz etmek yerine izleyip hüznün malzemesi haline getirmek ve diğer pek şey gibi acıyı da tüketmekten öteye gidemiyoruz. Böylece kendi gerçekliğimizi de görmezden geliyor ve çok sonra farkına varacağımız yeni acılar üretiyoruz.
Başkalarının savaş ve trajedi görüntülerine bakabiliyoruz. Artık konu üzerinde düşünemez hale gelene kadar, onları defalarca kez izliyor, paylaşıyor ve tekrar ediyoruz.
Fakat kendi savaşımızı ve trajedimizi görmezden geliyoruz.
Başkalarının trajedileri üzerinden konuşuyor, anlatıyor, hüzünleniyoruz. Ama yine de onu bütün gerçekliği ile kavramak ve sesimizi çoğaltmak, yükseltmek yerine izlemeyi ve tüketmeyi tercih ediyoruz. Her şey ekranlar üzerinden ve sanal bir gerçeklik içinde yaşanıyor. İskemle üzerinden itiraz edip, klavye tuşları ile ağlıyoruz. Gelişen teknoloji, sosyal medya ve hâkim yayın organları ile oluşturulan sanal gerçeklik insanları gerçek dışı bir evrenin içinde yaşamaya itiyor.
İzleyicisi olduğumuz gerçeklik etrafımızı gitgide kuşatsa da hepimiz bu gelişen teknolojinin sağladığı imkanlar ve rahatlıktan memnunuz ve bu konforu terk etmek istemiyoruz.
Bütün medya alanları eliyle içi boşaltılan kavramlar, terk edilen unutulan değerler, böylece olağanlaşan acı ve trajedi ile bizim görmezden gelme arzumuz birleşerek pornografik bir acı kültürü oluşturuyor? Her şeyi görüyor, biliyor ama hiçbir şey hissetmiyoruz.
Bütün bu medya alanlarında, olup biten her şey bütün yanları, bütün çeşitliliği ile defalarca kez tekrar ediliyor. Bizi neye karşı nasıl düşünmemiz gerektiği, hangi duyguları yaşamamız gerektiği konusunda da yönlendiriyor.
Yakın plan çekimlerle, binlerce fotoğraf ve grafik çalışma, programlar, tartışmalar, sesler ve görüntüler ile yaşananların tamamını, bütün ayrıntıları ile ve bıkkınlık verecek kadar tekrarlanarak yaşanan savaşa ya da trajediye dair bütün alternatifler hızla tüketiliyor ve sıradanlaşıyor.
Bizim yerimize düşünen karar veren, açıklayan, tanımlayan bir medya anlayışı ile televizyon, gazete, sosyal medya vs. gibi alanlarda her şeyi fazla fazla göstermenin, defalarca tekrar etmenin yarattığı hissizlik, duygusuzluk, uzaklaşma yanında, görmezden gelme tutumumuz, yok sayarak yarattığımız n uzağına düşmemize yol açıyor.
Tüketilen ve defalarca tekrar edilen bu trajediler, ekran kapandığında artık yaşamın içinde bir gerçeklik olmaktan çıkıyor ve yok sayılıyor.
Bakın Baudrillard ne diyor: Birey televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kâğıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan'daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır.
İşte biz de Ortadoğu’yu ve uzun yıllardan bu yana dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan savaşları, ülkemizde yaşanan toplumsal trajedileri aynı simülasyon içerisinde izliyoruz.
Nedenler ve çözümleri üzerine düşünmek, üretmek ve söz söylemek gibi bir uğraş yerine sonuçları tüketme alışkanlığımız ve tanımlamaya çalıştığım pornografik acı ve medya kültürü sürdüğü sürece, Platon’un tragedya izlerken ağlayan izleyiciyi, utanmadan gözyaşı dökmekle itham etmesine katılmamak mümkün mü?