Bir kamu görevlisi görevini yapacağını söylediğinde, toplum kül halinde şaşırıyor, olumlu ya da olumsuz bir hayret etme hali oluşuyor.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in “mülteciler” konusunda “Benim bu konuya bir yerel yönetici, bir insan olarak kayıtsız kalmam, seyirci kalmam mümkün değil. Oturduğum koltukta çözüm üretmek zorundayım.” sözlerinde de aynı şaşkınlık hali yaşandı; bir kamu görevlisinin, Anayasa ve Belediye Mevzuatının kendisine yüklediği sorumluluk doğrultusunda hareket etmesinin şaşkınlığa nasıl sebep olabildiğini anlamak mümkün değil.
Aslında, çok kimsenin şaşırmadığı, asıl şaşırılması gereken öykü, bundan yıllar önce başlamıştı. Türkiye göçün bir geçiş ülkesi olarak kendini tescil ettiği yıllarda, göçü yönetmek üzere bir mevzuatı yoktu, 1970’lerden kalma bir yönetmelik, tüm göç olgusunun ana metni niteliğindeydi ama kimse şaşırmıyordu.
Göç etmek zorunda kalan milyonlarca insanın Ege’de, Akdeniz’de, sınır boylarında devletlerin geri itmesi sonucu ölüme karşı mücadelesi de gazetelerin üçüncü sayfa konusuydu; çok kimse hayret etmiyordu bile.
Fikirleri şaşırılacak kadar bile seslendirilmeyen bir grup insanın, ‘göçe ilişkin mutlaka düzenlemeye ihtiyaç var!’ nidaları, Suriye göçünün başlangıcı ile biraz ses getiriyor ancak ardından tamamen merkezi sisteme dayalı bir göç yönetim sistemi oluşturuluyordu; yine kimse şaşırmıyordu.
Bir bakan, kendi mevzuatından bihaber, göç edenler için ‘misafir’ sözcüğünü de kullandığında da kimse şaşırmıyordu.
Düşünceleri duyulmayan insanlar, misafirin hiçbir anlam ifade etmediğini, göçün yerleşim noktasına ulaştığını, Türkiye’nin geçiş ülkesi olduğu kadar artık bir yerleşim alanı olduğunu, yerelle birlikte olmayacak göç politikasının işlemeyeceğini anlatmaya çalışıyorlar, ama yine sesleri duyulmuyordu.
Tüm yasa içinde, yerel yönetimler ifadesinin bir kere geçtiğine de kimse şaşırmıyordu.
Mültecilik kavramını, bir grup insan hakları hukukçusunun kavramın hukuksallığı ve evrenselliğinden yola çıkarak ısrarla kullanmasına karşı çıkanların şimdi “mülteci” sözcüğünü dillere pelesenk etmesine de kimse şaşırmıyor.
Göçü, hukuksal bilimsel zemininden çıkartıp sadece bir hırka bir lokma anlayışına indirgeyenlere de, sınırlarını para karşılığı güvencede tutanlara da, sınır komşularını ülkelerine sokmayan dini bütün devletlere de çok kimse şaşırmıyor ama bir kamu görevlisinin yetki alanında bulunan tüm kişilere, insani düzeyde bir hayat sağlaması gerektiğini düşünmesine şaşkınlıkla bakılıyor.
Oğuz Atay bu çelişkiyi şöyle anlamış olsa gerek;
“Fütühat da herkese her şeye boğun eğdirerek bu korkudan kurtulma çabasıdır. Dünyayı bir savaş alanına çevirdikten sonra, her yandan düşman saldırısı bekleyenlerin korkusudur… Her davranışın devlete yöneldiğini sanan paranoyak yöneticilerin korkusudur. Kültür korkusudur. Matbaadan, şiirden, resimden, felsefeden, hatta dinden korkmaktır bu. Halk Partisi'nin Köy Enstitüsünden, Demokrat Parti'nin modern resimden korkmasıdır. Bazı solcuların modern edebiyattan, modern sanattan korkmasıdır. Halkın içinde sivrilen esnafın, eşrafın, mollanın halktan korkmasıdır. Korkunun sonucu yabancılaşmadır. Yeni yazarların kelimeler icat ederek azınlık olma telaşıdır, toplumsal sorunlara eğilerek kendini tanıma korkusudur. Kavram karmaşası yaratarak temel kavramlardan uzaklaşma çabasıdır. Temel kavramların onu bir hiçe indireceği korkusudur. Korku ortadan kalkarsa postunu kaybedeceğinden korkan tekke şeyhinin korkusudur. Bunun için müeyyideler gevşektir herkes korkmalıdır ama, ceza da uygulanmamalıdır. Müeyyideler hayatı zehir edecek kadar korkutmalıdır; ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. Neyin ne olduğu, hangi suçun cezası ne kadar olduğu bilinmemelidir. Fakat herkes her an suç işleyeceğini hissetmelidir ki başkaldırmasın. Her zaman, suç işlediği halde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız.”