Otomobiller üzerine Cyclist Türkiye dergisi Kasım sayısı için yazımı hazırlarken, otomobille ilgili bazı metinlerin yeniden üstünden geçme ihtiyacı hissettim. Otomobilin toplumları nasıl deforme ettiği yönündeki okuduklarımın ışığında ilave çıkarımlar yaparken, bugüne kadar fark edip de aslında adını koyamadığım bir durumu da anlamlandırmış oldum. Bugün size biraz bu olgudan bahsedeceğim.
Otomobillerin insanları yalıttığını, kente dair sosyal ve kültürel her şeyin yanından geçip gitmeye sebep olduğunu söyleyebiliriz. Kentli olmanın önde gelen alameti farikası, kent kültürünü edinmek ve kentle yaşamaktır. Otomobile dayalı yaşam tarzı, bunun önündeki en büyük engellerden birisi hatta birincisidir. Çevreniz ile temasınızı kesebildiğiniz ve kendinize ait mobil kişisel alan yaratabildiğiniz metal kutulardır otomobiller. Bu durum, bu şekilde yaşamak isteyen insanlar için bir tercih olabilir ancak yarım yüzyılı aşkındır pazarlama tekniklerini otomobilin bir ayrıcalık olduğunu anlatmak için kullanan otomotiv endüstrisi, bazı evrensel kavramları bu uğurda da deforme etmekten hiç çekinmemiştir. Örneğin “yaya” kavramı.
Otomotiv endüstrisi ürettiği mala sahip olmanın size bir ayrıcalık ve statü sağladığını anlatabilmek için “yaya olmak” tanımını “otomobilin içinde olmamak” ile eşitlemiştir. Bu tanımlama reklamlar aracılığı ile kitlelerin yıllarca beynine kazınmış ve otomobil sahibi olmanın getirdiği ayrıcalıklar anlatılmaya çalışılmıştır.
Oysa ne yaya kavramının tanımı budur ne de otomobile sahip olmak bir ayrıcalıktır. Otomotiv endüstrisi bir yandan herkesi otomobil sahibi yapmak isterken otomobil sahibi olmanın da bir ayrıcalık olduğunu vurgular. Oysa otomobil herkes sahip olduğu takdirde işlevini tamamen yitiren bir araçtır.
Basit anlatımla hepimizin telefonu, çamaşır makinesi, buzdolabı veya televizyonu olabilir. Bunlara herkesin sahip olması onların işlevini yitirmesine sebep olmaz. Ancak otomobil öyle değildir. Şehirdeki herkesin otomobili olursa otomobil kullanılamayan bir araç olur. O sebeple otomobilin vaatleri ve size anlattığı atmosfer doğru değildir. Dikkat edin tüm otomobil reklamlarında yollar bomboştur, otomobil uçar gider. Şehirler sanki nükleer patlama yaşamış ve terk edilmiş gibidir. Sokaklarda ne yayalar ne bisikletliler hiç kimseler yoktur. Yaratılan bu yapay dünya gerçekte var olmadığı halde insanları etkiler ve peşinden sürükler.
İşte bu noktada insanların beynine ve hatta deyimlerimize yolda kalmış, geride kalmış olarak kazınmış olan “yaya”lara, otomotiv sektörünün de bellettiği o sakat tanımın yarattığı etkiyle bakalım. Ben bu algıyı insanların toplu ulaşımdaki durumları ile ilişkilendirdim.
Bir toplu ulaşım aracına bindiğinizde genelde insanları kulaklık ile görürsünüz. Bu durum insanların kendilerini çevrelerinden yalıtma isteğinin bir göstergesidir. “Çevrede olanı duymayayım, bana yönelik bir iletişim çabası olursa ve ısrarcı bir tutum değilse onu bir şekilde bertaraf etmiş olayım.” fikrinin eyleme dönüşen hali gibi. Bu davranış biçimi sanki otomobil içinde olmadığı için “yaya” olarak nitelendirilen insanın, toplumsal bir bakış/statü haline gelmiş olan otomobil sahipliğinin altında kalmaya verdiği reaksiyon gibidir. Metal kutunun içinde olamadığı için sağlayamadığı tek olma hissini, bu şekilde bir nebze olsun yaratmaya çalışır. İnsan bu durumda olduğundan üzgündür, mutsuzdur. Oysa toplu ulaşım tercihi hem demokratik bir katılım tavrı hem toplumcu şuur göstergesi hem de çağdaş bir tavırdır. Tüketim toplumunun pompa istasyonları, yaptıkları propaganda ile insanları bu tercihlerinden dolayı mutsuz kılmayı zaten varlığını sürdürebilmenin en kritik dayanağı olarak yıllar önce belirlemiştir.
Metroyu, vapuru, tramvayı ve otobüsü sevin. Mevcut toplu ulaşım sistemlerimizin yaygın olmayışı ve konforsuz oluşu hepimizi mutsuz edebilir ancak orada olmamız mutsuzluk sebebi değildir. Asıl kendisini suçlu ve mutsuz hissetmesi gerekenler, toplu ulaşımı kullanabileceği halde otomobili tercih edip her gaza bastıklarında gezegenin iklimini değiştirip çocukların zehirli hava solumasına katkıda bulunanlardır.