Toplum olarak derinlikli algılama açısından sorunlu olduğumuzu düşünüyorum. Bu durum her önemli günde yüzümüze çarpıp o gün geçtikten sonra onu unutacağımız yerine yani gündem dışındaki planına geri çekiliyor. Biz de bunun üzerine nitelikli olarak tartışmayıp önümüzdeki diğer gündem maddelerine dönüyoruz. Oysa toplum bir buhranın içinde ve bu her noktada kendini gösteriyor.
Bir 10 Kasım’ı daha geride bıraktık ve ben Cumhuriyet’e ve onun kurucusuna, önderine dair yapılan anmalardaki sığlığın toplum olarak en büyük sıkıntılarımızdan biri olduğuna dair düşüncelere yine daldım.
Öyle bir durum ki bu, çok sevip ne yapacağını bilememe durumu gibi görünse de aslında daha nitelikli bir şeyler yapmaya dair yetinin toplumda pek de olmadığını hissetme hali bu yazıyı kaleme almamdaki sebep. Maalesef her millî gün kutlamalarında önümüze sıra sıra dizilmekte bu niteliksiz durumlar.
Onun düşünceleri, analiz yeteneği ve yaptıklarının derinliği üzerinden yeterince yapamadığımız fikir mesaisi sebebi ile toplum olarak yüzeyde kaldığımız ve bu yüzeyselliğin de yurt sathına genişçe yayıldığı o kadar açık ki.
Böyle olunca düz bir alanda onunla alakalı siluet, sonsuz işareti vb. herhangi bir şekil oluşturup bunu drone ile çekmek, denize dalıp dipten Atatürk resmi çıkarmak, Atatürk’e biraz da makyaj ile benzetilmiş birini Atatürk gibi sevgi ile karşılayıp selamlamak diye sıralayabileceğim daha nice eylemler onu anmanın eşsiz(!) ifadesi olarak tezahür etmekte.
Oysa kendi ifadesi ile bir kez daha hatırlayalım. Demiştir ki
“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu ’ben' kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
(1933, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yerli Yabancı 80 İmza Atatürk’ü Anlatıyor, s. 183)
Onu anarken fikirlerinin derinliğini, yıllar geçmesine rağmen haklılığını yitirmemesini öne çıkaramadık. Mavi gözleri, aslan yelesi gibi sarı saçlar, kıyafet seçimindeki özen, asalet gibi şeylerde takıldık kaldık. İşin bu kısmında bile derinliği çözemedik. “Nedir o derinlik?” diyenler Atatürk’ün Yeniçeri Ağası kıyafeti ile olan fotoğrafın hikayesine baksın. Bu biçime dayalı ifade kalıbı bir duygusallık, üzüntü, çaresizlik ve yokluğunun getirdiği sıkıntı mıdır yoksa daha fazlasını toplumca ortaya koyamayacağımızın yüzümüze vurması mıdır?
Tarih sahnesine ilk çıktığı Çanakkale Savaşı’nda yaptıklarından itibaren ömrü savaş cephelerinde geçmiş bir adamın nasıl o kadar kitap okuduğunu, dünya savaş tarihine hakimiyetini, geometri kitabı yazabilecek, etimolojik çözümlemeler yapabilecek hâle geldiğini düşünmedik. Niceliği değil niteliği önemseyen tarafını anlayamadık. Savaşı daha kalabalık olmadan akılla nasıl kazandığını pek düşünmedik ki aklı öne alalım.
Bugün toplumun içinde düştüğü “çok, daha fazla, daha büyük, daha kalabalık” sevdasını düşününce bunu yapamıyor oluşumuz çok daha önemli bir düşünsel kayıp bizim için. Savaş bittikten sonra üniformasını çıkarıp siyaset sahnesinde yaptıklarını, devrimleri, aldığı kararları ve bunların dünya siyasi tarihindeki önemini dilimize pelesenk yapamadık.
Benzeri durumları 23 Nisan’da, 19 Mayıs’ta, 29 Ekim’de de yaşıyoruz çünkü. Sadece 10 Kasım’a has olan bir durum değil anlattıklarım.
Göstergenin, biçimin, izlemenin ve izlenmenin önde gelen davranış biçimi olmadığı toplumlar bu konuları daha iyi okuyabiliyor. Biz ise hâlâ saygı duruşunda bile cep telefonu ile ya canlı yayındayız ya da video çekiyoruz.
Atam belki pek izinde değiliz ama saygı duruşunda bile instada canlıdayız!