Her zaman aklımızda takılı duran bir soru vardır. Türkler neden böyle, her söylenene inanıyor? Türk insanı saftır, temizdir. Her söylenene inanır, zira insanların yalan söylediğini düşünmez. Özellikle Müslümanlık dininde eğitim almış kişilere daha kalpten inanır.
Bu benim araştırmam mı? Tarihten süzülüp gelen bir gerçek bu:
1862’de doğan Reşid Efendi, günlüklerinde şöyle yazar: ,
“Türkler en mert, saf ve güvenilir insanlardır. Muhataplarını da kendileri gibi bilirler ve her söylenene itimat ederler. Bilhassa dini ve manevi bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler.”
Dört yıl Anadolu’da ve Osmanlı topraklarında dolaştı, insanlarla konuştu. Derviş efendi olarak hitap ediliyordu. Günlüğüne şöyle bir not düştü:
“Öyle saf ve mert insanlardı ki, kendi hayatlarında yalan söylemedikleri için, hiç kimsenin, ne sebeple olursa olsun yalan söyleyebileceğine, hele, hakiki hüviyetini saklayacağına asla ihtimal vermiyorlardı.”
Bu ifadede bir ötekileşme veya ötekileştirme var. Zira Derviş Reşad Efendi asıl adı Arminius Vambery olan bir profesör. Bir İngiliz’den nasıl derviş olur, sorusunun yanıtı, Osmanlı’da İngiliz casus Arminius Vambery'nin (Reşad Efendi) Günlükleri adlı kitapta.
Sadece Arminius Vambery mi? Ya Thomas Edward Lawrence için ne demeli?
Bilinenleri var, bilinmeyenleri var.
Bilim adamı olarak gelip araştırmasını yayınlayanlardan birisi Vambery. Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtıp Osmanlı’yı parçalamaya çalışan ise Lawrence. Macar kökenli bir İngiliz Derviş olup, namaz kıldırabiliyor, onbinlerce kişi şifayı onun ellerinde ve yaptığı ilaçlarda arıyor. Osmanlı’yı parçalamak için Osmanlı görünümündeki “casuslar” konusunda İngilizlerin başarılı olduğu ve bunu Türkiye Cumhuriyeti döneminde sürdürdüğü de bir gerçek.
Sadece İngilizler mi? Amerikalılar, Almanlar, Fransızlar filan, saymakla bitmez.
Reşid Paşa olup padişahla iletişim kurma senaryosu Vanbery’e Osmanlı topraklarında iletişim alanında yıllarca büyük kolaylık sağladı. Cumhuriyet sonrasında ise “yerli ve milli” imam, şeyh, doktor, öğretmen, asker hedefteydi. Siyasetçiler bu işin her zaman aracısı oldular. Devletin tepesindekilerle tanış gözükmek onlara her zaman kapı açtı.
Sağcı görünen solcular, solcu gözüken sağcılar, demokrasi yanlısı görünümlü faşistler, özgürlük yanlısı gözüken kışkırtıcı ajanlar… Bazen ortalık toz duman, kimin ne olduğu belli değil… Derler ya at izi, it izine karışmış diye… Aynen öyle…
Ülkede kaç kişinin çifte pasaportu var acaba? Bir de ABD, İngiliz vatandaşlığı olup, bunu açıklamayanlar var mı acaba?
Amerika, Özal zamanında kuzey Irak’ta Saddam tarafından sıkıştırılan Iraklıları, çoğunlukla Kürt kökenlileri “bunlar benim adamım” diye aldı götürdü. Türkiye binlerce kişinin uçakla taşınmasına yardımcı oldu. Aradan zaman geçti, “adamım” diyerek birilerini aldı Pensilivanya’ya götürdü.
Amerika kendine çok iyi hizmet edenleri unutmuyor. Günü geliyor götürüyor, günü gelince geri getiriyor. Libya’da önce götürüp, şimdi gerisin geriye Libya’ya yolladığı General Hafter gibi.
Diyeceğim, sarıklılar, fesliler gidiyor ama, ömrümüz oldukça, Reşid Efendiler ve Hafterler göreceğiz.
Prof. Vambery analizinde diyor ki: “Bir Macar, beraber yaşadığı Çek’e veya Hırvat’a benzemez. Fakat Türklerde, aralarında büyük mesafe farklarına rağmen çehre ve hareket benzerlikleri daima mevcuttur. Bu birliğin farkında olmayanlar da zannederim daha çok kendileridir.”
Hacı hocanın yoksulluk, açlık sınavı yaşıyorsunuz, geleceğiniz parlaktır palavrasına kanmamak, Araplaşma zorlamasına direnmek gerekiyor. Anadolu köklerimize dönersek, daha güçlü oluruz.