Madem sordunuz anlatayım çocuklar. 20 yıl kadar önceydi. O zamanlar tüm dünyayı esir alan bir salgın yaşanmıştı. Evet evet tam anlamıyla bir esaretti yaşananlar. Ölümün, korkunun, acizliğin ve çaresizliğin eline düşmüş insanlığın büyük esaretiydi yaşananlar. Hoyratça sürülen sefanın cefasını çekiyordu insanlar. Yüzbinlerce kişi hayatını kaybetti. İnsanların bir kısmı aylarca evlerinden dışarıya çıkmamıştı. Bir tek işçiler, çalışmak zorunda olanlar, yoksullar vardı sokaklarda. İnsanlar bırakalım birbirine dokunmayı, birbirlerine bir iki metreden fazla yaklaşmazken işçiler hınca hınç dolu fabrikalarda dip dibe ve hiçbir önlem alınmadan çalışıyorlardı. Zenginler yalılarında sefa sürerken yaşama dair tek belirtileri nefes alıp vermek olan yoksullar böyle bir sefaletin içerisinde ölümle kol kola girmişlerdi. Şaşırdınız değil mi? Eskiden o gördüğünüz yalıların hepsi birilerine aitti. O yalılara sahip olanların koca koca fabrikaları da vardı tabi. İşte o fabrikalarda binlerce işçi karın tokluğuna ve ölümle burun buruna çalışıyordu o zamanlar. Bir fabrikanın sahibinin olabileceğini bir türlü aklınızda canlandıramıyorsunuz değil mi? Bu yüzden yoksulluğun nasıl bir şey olduğunu da anlamayabilirsiniz doğal olarak. Yolunu eşitliliğin ve adaletin ışığıyla aydınlatan bir ülkenin çocukları olarak yoksulluğu anlamadığınız, yaşamadığınız ve görmediğiniz için fazlasıyla şanslısınız. Bugünün gençleri olarak eşitliğin keyfini sürüyorsunuz. Tadını çıkartın.

Salgın hastalık aylarca sürdü demiştim az önce. Biz o zaman anladık doğanın kıymetini. Yoksa o günlere kadar betona boğulmuş kentlerde nefes alamaz haldeydik. Ve büyük bir yanılgıya teslim olmuştuk. Yaşadığımızı zannediyorduk. Şu denizin kıyısında oturup karşıya bir baksan her tarafın binalarla çevrili olduğunu görürdünüz eskiden. Karşı kıyıda oturup buraya baksan burası da bir beton yığınıydı elbet. Sonradan sonraya iki kıyı da yeşile büründü, denizin mavisini görebildik belki de ilk defa. Az önce bahsettiğim o zenginler var ya, onların bir kısmı müteahhitlik yapıyordu. İnşaat yapıyorlardı yani. Kentlerin orta yerlerine koca koca binalar dikiyorlardı. Düşünsene 40-50 katlı binalar vardı. Bırakalım kentleri, gökyüzünü bile nefessiz bırakırlardı. Sonra barajlar yaparlardı, santraller, plazalar, alışveriş merkezleri... Tabi bunlar için ormanları yok eder, gölleri kuruturlardı. Altın madenciliği yaparlardı yok ettikleri orman arazilerinde. Tabi sonra hepsi yaptıklarının bedelini ödedi. Ve bu ülkeden nasıl ayrıldıklarını, her şeylerini arkada bırakıp da nasıl kaçtıklarını görmenizi isterdim doğrusu. Unutmayın, insan doğaya ne kadar zarar verirse gün gelir kendi keyfi de o ölçüde kaçar. Maalesef insanlığın bunu anlayabilmesi biraz uzun sürdü. Neyse önemli olan farkına varmak ve değiştirmekti. Onu da başarabildi insanlık.

Ha bu arada, bir konuda daha şanslı olduğunuzu ifade etmek isterim. Biz sizin yaşınızdayken büyüklerimiz, hatta yaşıtlarımız bile durmadan “bırak bu işleri, memleketi sen mi kurtaracaksın” der dururdu bizlere. Neyse ki sizler kurtarılmış bir memlekette yaşıyorsunuz da bu can sıkıcı lafı duymak zorunda kalmadınız hiç.

Haydi artık geç oldu, yarın da size binlerce yıllık bir tarihe sahip olup da sular altında bırakılan Hasankeyf’i anlatırım.

***

Geçirdiğimiz şu çaresizlik günlerini bundan yıllar sonra çocuklarına nasıl anlatacağını düşünen oldu mu hiç? Aramızda vardır dedesinden, babasından savaş hikayeleri, karartma geceleri, karneyle alınan ekmek günleri, darbelerle gelen zulüm günleri dinleyenlerimiz. Bizim de payımıza bundan yıllar sonra o zamanın çocuklarına salgın günlerini anlatmak düştü. En azından başımıza gelen son felaketin bu olduğunu varsayarsak tabi. Umudumuz gerçek olur da iki kelime laflarsak bugünlerle ilgili diye yapacağım konuşmayı şimdiden planladım. Sizlerle de paylaşmak istedim.