Anadolu'nun bin yıllık öyküsüne siz olsanız nereden başlardınız? Ben Ahmed Arif'ten başlarım. Şairin şu dizelerinden;
Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır
Anadoluyum ben
Tanıyor musun?
Bu kadim coğrafyanın milyon yıllık hikâyesini beş satıra sığdırmış. Sizce de inanması güç değil mi? İki çift söz ile uzunca bir tarihi, ders gibi önümüze seriyor. Şiirin, sanatın, şairin gücü herhalde. "Hasretinden prangalar eskittiği" kavgaya, aşka ve memlekete dair iki çift söz... Tufandan başlamış, Havva'dan çok evvel zamanlara şahitlik etmiş, havasından, suyundan, ağaçta meyvesinden gelip geçmiş. Ve sormuş bugünün insanına "tanıyor musun" diye. Haramilerin dört bir yanını sardığı, aç yırtıcılar gibi her tarafına saldırdığı, yakıp, yıkıp, yok ettiği toprakları soruyor o halden bilmez, o lüksün ve sefanın içinde kendinden geçenlere.
Savaşlar görmüş, isyanları gizlemiş koynunda, can vermiş... Büyük aşklar tanımış, Ferhat olup dağları delenleri, Mecnun gibi çöllere düşenleri bilmiş bir şiir bu. Yağmalanmış, talan edilmiş, isyanlar görmüş. Koynunda Pir Sultan, göğsün kafesinde Bedrettin...
Şair tufandan başlar hikâyeye. Mazlum Çimen'in bağlaması haber eyler Nuh'a; "gelsin de tufan görsün" diye, Nesimi'nin hasretinden olsa gerek. Lime lime yüreği Anadolu'nun. Çarmıhta İsa yok belki ama sehpada genç ömürleri var, başı dik, yüreği sağlam. Maraş'tan bu yana duyulur Mahzuni'nin sazı, Neşet'in yüreği bozkırda ayaz. İçimizi deler, yüzümüzü okşar. "Çeşmelerden akar Sinan" Attila İlhan'ın dizesinde. Nazım'ın tepesinde bir çınar, gölgesinde çocuk oyunları, gölgesinde koca dünya. Her biri şiirin mirasıdır, dünden bugüne. Bir ömür, bir dize...
Birilerine itaat edenlere veyahut birilerine emredenlere; "siz sevemezsiniz adaşım" diyen Sabahattin Ali'nin öyküsüdür memleketin dört bir yanında yürek sancısı çeken yaşamlar. Kentlerin izbe karanlıklarında ve kaçak gecelerinde, çay ve tütüne sarılmış öykülerdir bin yıldır şahitlik ettiğimiz. Hepsi, öfkesi kınına sığmaz, göğsünün kafesi cesaretle kuşanmış, pes etmek nedir bilmeyen genç ömürlerin ardında kalmış. Zindanlara konulmuş, sürgünlere yollanmış yaşamların inadıyla yoğrulmuş, bu topraklarda her şiir, her şarkı. Çağlar boyu elimizden alınan ne varsa onun peşine düşmüş serüvencilerin şarkıları, büyük aşkların ve kavgaların şiirleri…
Karda yalınayak çocuklar, evde kömürün sıcağı, isi, zehri… Şimdilerde yedi tepesi bin yoklukla çevrilmiş, yedi tepesi sefa sürenlere adanmış İstanbul’un. Taksim Meydanın’da üç genç ses oluyor, milyonlarca insanın suskunluğuna. Sessizliği alaşağı ediyor, başını öne eğiyor görmezden gelenlerin. Sahip oldukları cesareti suratlarına çarpıyor, birazdan üzerlerine çullanıp, kendilerini yaka paça gözaltına alacak olanların. Nasıl da yırtıyor karanlığı o an, o liseli gençlerin yüreğine sığmayan isyan ile kuşanmış o çocuk haykırışları? Anadolu’da öldürülen bir çocuğun ahı kalmasın diye üzerimizde, başka bir çocuğun parmağına tek taş yüzük takılan bir şehirde duyuluyor o güzelim gençlerin sesleri. O sesler ki şiirin anlattığı tufandan dahi duyulur.
Yokluğun girdabında kaybolurken memleketin dört bir yanı, intiharlarla çevrilirken haneler, o zavallı görgüsüzlükle, o yağmadan kalma ganimetin şatafatıyla birileri sefa sürerken, hayat öylece akıp gidiyor ileriye doğru. Binlerce yıllık tarihlerinde göçlere, savaşlara, afetlere, isyanlara tanıklık etmiş Dipsiz Göl ve Hasankeyf yağmalanırken, cehaletin ve insanlığa düşman olanların doymazlıklarıyla, o hiç tanımadıkları Anadolu’nun altı üstüne getirilirken bir yandan; yeni şiirler, yeni şarkılar yazılıyor artık. Hepsi yurt edindiğimiz dünyanın, yarınlarda yaşayacağımız aydınlık günlerine dair…