Kim bilir kaçıncı vuruluşumuzdu sırtımızdan. Öyle kalleş bir pusuda da değil hani. Güpegündüz ve herkes her şeyi görüyorken. Bir caddenin olanca kalabalığı ona tenha olmuşken, herkesin gözü önünde yapayalnız kalmışken, şehrin orta yerinde bir dağ başı sessizliğine esir düşmüşken bu kaçıncı ağrıydı canımızda? Kim bilir kaçıncı kez yüzümüz yere değdi, başımız bir kez olsun önümüze eğilmedi diye? O gün o İstanbul soğuğunda sesi sınırları yıkıp geçen, kendi öz yurdunda kaçağa düşmüş türkülerimiz vuruldu. Ararat da kimsesiz kaldı, Ağrı da...
Kimimizin kaderine ölmeden çok önce yurtsuzluk düştü şu hayatta. Yurt bellediği toprağın kiniyle, öfkesiyle baş başa kalanlarımız çoktur bu yüzden. On üç yıl önce Hrant Dink kendi yurdunun soğuk toprağına yattı. Oysa belki de en çok barışsın istediği iki halktan uzaklarda bir yerlerde olmayı tercih etseydi, hala yaşıyor olacaktı dünyada bir yerlerde. Ayakkabısının altındaki o delikten bu ülkenin soğuğunu, yağmurunun suyunu yemeseydi eğer, biz de vurulmayacaktık o kış günü yoksulluğumuzdan. Kimsesizliğimizden ve en savunmasız yanımızdan vurulup da düşmeyecektik sonsuz bir karanlığın orta yerine.
Belki bir “güvercin tedirginliği” onun yanı başındaydı her an ama barışı istemenin cesaretiyle de kol kola girmişti. Demezsek olmaz. “İyi solcuyumdur” diyordu, “evet gözümüz var toprağında bu vatanın, ama koparıp götürmek için değil, en dibine gömülmek için” diyordu. İşte o gün bu cesareti, bu dost elini vurdular o zemheri ayazında. Şimdilerde kendi dereleri, ormanları talan edilirken sessiz kalan bir dolu insan o gün başlarında beyaz bereler ile ölümü kutladılar. Şimdi kendi yurtları sandıkları İstanbul’un orta yeri ya da Karadeniz’in yaylaları Katar emirinin yedi sülalesine satılmışken ses etmeyenler, o gün aç yırtıcılar gibi barış diyen herkesin üzerine saldırıyordu.
Şimdi o yüz yıllık hikâyenin orta yerinde, kentin o soğuk kış soğuğunda durdu zaman. Yüreği barışla dolu kim varsa o asırlık öykünün bugününde; sürgünlere yollandı bir kez daha. Barışı ve kardeşliği kendilerine yurt sayanlar büyük göçlere koyuldu tekrardan, evlerinden, topraklarından edildi yeniden. Yine de bıkmadan usanmadan güvercin tedirginliklerinin çocuk sevinçlerine döneceği günlerin resmini yapmaya devam ediyorlar. İşte o binlerce insan göğsünün kafesinde ilk günkü gibi hissederken ölümün soğuk yüzünü, Hrant Dink’in yokluğunun on üçüncü yılında da sokaklara çıktı bir kez daha. Onun soluğunun kaldığı yerden el verdiler yarının yaşanılası günlerine. Onun umudunu ve barışa olan inancını kaldırdılar düştüğü yerden. Ondaki inatla çevirdiler başlarını gökyüzünün mavisine. Bir konuşmasında diyordu, duymuşsunuzdur; “birbirimizi buluruz biz, çok azız çünkü” diye. İşte bahsettiği o bir avuç insan yarına dair umudu dokurken ilmek ilmek, birbirini gözlerindeki umuttan ve yüreğindeki inattan tanıyor artık. Zamanın kör karanlığında yarınının aydınlık günlerinin kavgasına tutuşup, büyük bir yangının kıvılcımını ateşleyenler; eşitlik, özgürlük, barış ve adalet ile sarmalanmış günlerin o biricik hikâyesini bugünden yazıyorlar.
Saflar bu kadar netleşmişken kafasını kuma saklayanlar, köşesine çekilenler, görmezden gelenler hala oralı olmazken, o hikâyeyi yazmak için yanı başında hiç tanımadığı birine omuz verenler tarihin yok saydıklarını gittikleri sürgünlerden geri çağırıyor. Yan yana ve barış içerisinde sürdürülecek bir yaşam için.