Yaklaşık bir haftadır tüm Avrupa futbolunun dikkatle takip ettiği gelişmeler yaşandı. Kimilerinin kaos, kimilerinin ise branşın kurtuluşu olarak nitelendirdiği Avrupa Süper Lig’inden bahsediyorum. Açıkçası ben iki tarafın da uyguladığı yöntemden bir futbolsever olarak fazlasıyla rahatsızım. Ne Avrupa Süper Lig’ini kurmaya gayret eden başta 12 kulübün, ne de Uefa’nın ev sahipliği yaptığı organizasyonların imajının ve çalışma prensibinin doğru olduğunu düşünmüyorum.

Baktığımızda Şampiyonlar Ligi ve Uefa Avrupa Ligi’nin marka değerinin her geçen sezon azaldığını ve bunun pandemiyle birlikte daha da keskin bir düşüş yaşadığını görmezden gelmek mümkün değil. Taraftarların stadyumlardan uzaklaştığı şu dönemde maç günü bilet hasılatı, lisanslı ürün satışı gibi birçok gelirde yaşanan kayıplar Avrupa’nın büyük kulüplerini maddi olarak uçuruma sürükledi. İzleyicilerin Şampiyonlar Ligini çeyrek final müsabakalarından, Uefa Avrupa Ligini ise yarı finallerden itibaren izlemeye başlıyor olması yayın gelirlerinde de büyük bir kayba yol açtı. Bunun sonucunda bu 12 kulübün içinde bulunmaya karar verdiği, ardından ayrılıkların yaşandığı organizasyondan geriye pek de bir şey kalmışa benzemiyor. Fakat kulüplerin geri adım atmış olmasının Uefa’nın elini güçlendirdiğini değil, sadece bir pazarlık ortamı yarattığını düşünüyorum. Bunun sonucunda Avrupa’nın kulüpler bazında en büyük iki organizasyonun statülerinde bir değişikliğe gidilmesi kaçınılmaz duruyor.

12 kulübün altına imza attığı Avrupa Süper Ligi tamamen ekonomik odaklı bir lig ve futbolun yapısına zarar vereceğini savunmak haksızlık sayılmaz ama büyük maddi ekonomik kayıplara uğrayan kulüplerin özellikle pandemi sürecinde gördükleri zararı göz önünde bulunduracak olursak Uefa’nın da yapıcı ve geliştirici bir takım hamleler yapması gerektiğini düşünüyorum.

Çözüm mü? Çözüm ise şimdilik bir masanın etrafında toplanıp futbolun hem ruhunun hem de ekonomisinin kurtuluşunu aramaktan geçiyor.

BU GURUR HEPİMİZİN

Milli güreşçilerimizin arka arkaya kazandıkları Avrupa Şampiyonlukları Temmuz ayında başlayacak olan Tokyo Olimpiyatları öncesinde umudumuzu arttırdı. Taha Akgül’ün 125 kilogramda 8’inci, Rıza Kayaalp’in ise 130 kilogramda 10’uncu Kez Avrupa Şampiyonu olmayı başarmış olması aslında bu branş içerisinde ne kadar başarılı olduğumuzun göstergesi. Olimpiyat tarihindeki yerimizi gözden geçirecek olursak, kalıcı ve hatırı sayılır başarılarımızın yalnızca halter ve güreş kategorilerinde olması güç gerektiren sporlarda ne kadar başarılı olduğumuzun yanı sıra Avrupa’nın ileri gelen ülkelerinin üzerinde ağırlıkla durduğu spor branşlarında da gelişmemiz gerektiğinin göstergesi.

Spora doyacağımız bir yaz bizleri bekliyor. Haziran ayında başlayacak olan Avrupa Futbol Şampiyonasına iyi bir jenerasyon, temmuz ayında başlayacak olan Olimpiyatlara ise iyi bir güreş kadrosuyla gidiyoruz. Çok daha fazlasına ihtiyacımız olduğu bir gerçek.

Kulüpler bazında her branşta her geçen yıl biraz daha geriye gidiyor olsak da Milli Takım kategorilerinde ileriye yönelik bir yapılanma olduğu görülüyor. Uzun vadede her branşta yarışmacı sporculara sahip olan bir Türkiye’ye ihtiyacımız var. Şampiyonluklara doymayan güreşçilerimizin tüm sporcularımıza örnek olması umuduyla…