Ya derinleşme sorunu yaşıyoruz ya da kuyu gerçekten çok derin. Perspektifimiz bozuldu, algılarımız düştü, şaşırma duygusunu kaybettik.

Bir insanın yirmi saniye içinde söylediği her cümlenin ayrık, farklı ve bağımsız potlar içermesi kötü dizilerin repliklerinde bile olmaz. Kara mizahda da olmaz, trajedide de olmaz, bildiğimiz hiçbir yazın türü, hiçbir sahne sanatı bunu anlatma kabiliyetine sahip olamaz, inandırıcı değildir; inandırıcı olmayan bir gerçektir karşımızda duran.

Bir gerçek ki sahnede, kitapta, ekranda eleştirisini, mizahını, dramını dahi yapamazsın; seyirci, okuyucu, ıslıklar seni, güldüremezsin, ağlatamazsın, bir doğrunun yanına yerleşmiş bir yanlış değildir ki tebessüm edesin, bir pişmanlık yoktur ki gözünden yaş damlatasın.

Nedir bu diye soru sorup anlama şansın yok ki, merakla sonunu bekleyesin.

Ancak donakalabilirsin; duygusuz hissederek kendini, yetersiz olduğunu düşünerek, iki kelam laf yazamayacak kadar hissiz, masaya yumruğunu vuramayacak kadar tüm bunlardan yorgun…

Bir çocuğun mahremiyet hakkının ihlalinden başlayıp da çocuksuluk haklarına kadar uzanan ihlal dizisinin yanına ne ekleyebilirsin ki…

***

Yıl olmuş 2041, otuzlu yaşlarına gelmiş bir delikanlı, yarım yamalak sıyrıldığı çocukluk travmalarından dem vurarak neden çikolata yiyemediğini ve çay içemediğini anlatıyor arkadaşlarına. Kulak misafiri oluyorsunuz, ‘ya’ diyor, ‘birgün 23 Nisan, beni aldılar kaldığım evden, bir koltuğa oturacakmışım, fotoğraf falan çekeceklermiş, neyse gittik, bir adam var orada, beni bir oraya çekiyor, bir buraya çekiyor, zaten pandemi yılları herkesin suratında maske, ne olduğunu da anlamıyorum, suratımda flaşlar patlıyor, ünlü olmuşum bir dakikalığına sizin anlayacağınız, ooo diyorum içimden ne hediyeler verirler bana, utangaç, ürkek bir çoçuğum, efendi efendi durmaya çalışıyorum, adam beni bir koltuğa oturtuyor, bir koltuktan kaldırıyor, neyse sonra ayakta durdum bir ara, kulaklarımda bir ses, koruma evinde kaldığımı söylüyor kameralara, iyice ezilip büzülüyorum…’ Dinliyorsunuz, sonra ortaya atılıp evet çok iyi hatırlıyorum, sosyal medyada görmüştüm, evet evet sen o çocuksun, ben de oy kullanabilen bir vatandaştım o zamanlar demek istiyorsunuz, diyemiyorsunuz, yumruğunuz elinizde masaya indiremeden, gırtlağınızda bir yumru ile bugünkü gibi donakalıyorsunuz.

***

Muzaffer İzgü’nün Ekmek Parası adlı kitabında geçer bir 23 Nisan öyküsü;

Ama ne yazık ki 23 Nisan bayramı ta baharda. Bahara dek bizim giysiler eskir, yırtılır, parçalanır. "Kılığı uygun değil" diye 23 Nisan Çocuk Bayramına sokmazlardı bile beni.

Dokundurur inceden sınıfsal çelişkilerimize.

Kitabın başka bir öyküsünde ise bir çocuk ağzından bir babanın seyyar satıcılığının tasvirini yapar:

Ben de ilk kez duyuyordum babamın sesini gezgin satıcı olarak. Bana bir tuhaf geldi babamın sesi, sanki domates satmıyor da;

"İmdaaat, kurtarın beni" der gibi bağırıyordu.

Görüp görebileceği en kötünün mizahını yapar.

***

Şu an ise belki Zweig paklar bizi;

Dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz.