Bende ki bağ, bahçe, asma ve üzüm sevgisi, Şarap Tanrısı olan Dionysos hakkında yazılan tarih kitaplarından edindiğim bilgilere dayanmıyor. Bu sevgi, bir sabah babamın “Kalk oğlum, kalk benimle bağa gel. Biraz asmadan üzüm yiyelim. Sabah asmasından yenilen üzüm sağlıklıdır, mideye iyi gelir” demesiyle başladı. Sanıyorum 9 – 10 yaşındaydım. Babamın uyandırmasıyla yataktan kalktım. Elimi yüzümü yıkadım. Babamın beni uyandırmasına şaşırmaktan daha çok sevinmiştim. Normalde beni ve kardeşlerimi uyandırma işini rahmetli annem yapardı. Bu defa babamın bilhassa beni uyandırması tuhaftı, ama güzeldi. Babam tarafından önemsenmek iyi gelirdi bana. Mesela öğretmenimle konuşması, “Dersler nasıl gidiyor oğlum?” demesi bile yetiyordu. Neyse kapının eşiğinde bekleyen babamın yanına geldim. “Yürü gidelim” dedi. Bağ, köyümüzün yüksek bir tepesinde ve 2 kilometre uzaktaydı. Yol boyu kendi hayatına dair önemli kesitleri örnek göstererek tavsiyelerde ve öğütlerde bulundu. Düzlüğün ortasında bulunan deredeki suyu seke seke karşıya geçtik. Düzlük bittiğinde yokuşu tırmanmaya başladık. Babam hızlı yürüyordu. Adımlarım küçük, kendimde zayıf olduğumdan babama yetişmekte zorlanıyordum. O adımlarını küçülttü ve yavaşladı. Bana da “Haydi bakalım oğlum, tabanlara kuvvet” dedi. Yokuş bitti, bağa girdik. Bağın kenarında 60-70 santim yüksekliğinde taş duvar, üzerinde çalı çırpı vardı. Belli ki hayvanların girmemesi için yapılmıştı. Sulak olmadığı için asmalar yüksek değildi ama bol güneş gördüğünden salkımlar altın gibi sarı ve dolgundu. Gözüme kestirdiğim birkaç salkımı kopardım. “Dur! Hemen yeme, onlar kükürtlü, yıkayalım önce” dedi ve bağın ortasına doğru yürüdü. Ben de arkasından gittim. Küçük çardak gibi bir yer vardı. Orada üstü keçe ile örtülmüş yarı beline kadar da toprağa gömülmüş, içinde su olan büyükçe bir testi çıkardı. Asmadan kopardığımız üzümleri yanı başımızda duran büyük ve düzgün bir taşın üstünde yıkadı. Yemeğe başladım. Üzümler kıtır kıtır ve bal gibi tatlıydı. Yemeğe ve tadına doyulmuyordu. Babam yerinden kalktı. Bağı dolaşmaya başladı. Yerde yatan salkımları asmalara doladı. Yaprakların arasında sıkışmış olanları gün ışığına çıkardı. “Üzüm güneş görecek, hafif rüzgâr alacak” dedi ve ilave etti. “Bağ havadar yeri sever. Bak burası havadar bu yıl pekmezimiz, hoşaflık kuru üzümümüz bol olacak” derken sevinci yüzüne yansıyordu.
O güzelim bağ bugün türlü nedenlerle maalesef yok artık. Her ne zaman köye gitsem, tepeye baksam, içimde koskoca ve ağır bir hüzün yaşarım. Bazen gözlerimden ıslak ıslak akan birkaç damla olur, onu da silmem “üzümün suyu, üzümün üstünde kurusun” dercesine...
Kayıp Olan Kültürler
Benzer hüznü, ne zaman Bağarası’ndan geçip İzmir’e giderken, kafamı çevirip sağ tarafa Eskiler’e doğru baktığımda da yaşarım.
Rahmetli kayın babam Mehmet Rauf Çelebi’nin, 1970’li yılların sonlarına kadar işlediği, aileden kalma arazilerin, un değirmenlerinin ve zeytinyağı fabrikasının yanı sıra bir de bağı vardı. Bağ dışında pek çoğunu oğlu Cemil’in sağlık nedenleri ile 60’lı yıllarda satmıştı. Ne yazık ki esirgenmeden yapılan her şey oğlu Cemil’in hayata tutunmasına yetmemişti. Bağ, Bağarası’nın Eskiler mevkinde ve 33 dönümdü. İçinde 2 katlı bağ evi, kuyu, küçük bir havuz, taştan yapılmış üzüm ezme teknesi, pekmez kaynatma kazanları, üzüm toplama ve kurutma alanı bulunmaktaydı. Bağın bir köşesinde ise artık kullanılmayan un değirmeni, geçmişi anımsatmak için orada durmaktaydı. Kayısıdan eriğe, dudundan kirazına meyve ağaçları ise gerdanlık gibi bağın kenarlarını süslemekteydi.
Aile her ne kadar çocuklarını okutmak için geçici olarak İzmir’e taşınsa da, durumu müsait olan aile fertlerinin bir ayağı kimi zaman Foça’da, kimi zaman Eskiler’deki bağdaydı. Baharın başından yazın sonuna kadar bağda çalışırlardı. İşler bitmez ve tükenmek bilmezdi. Kayın babam fırsat bulduğunda, söz açıldığında bağcılığın zor olduğunu söylerdi. “Bağda, zamana bağlı olarak yapılacak işler vardır. Her iş için adama ihtiyaç duyulur. Ya civar köylerden amele tutacaksın ya da horantan (kalabalık aile) olacak” derdi.
Toprak havalansın diye bellemek, otlardan temizlemek için çapalamak, böceklerden kurtulmak için sırt pompası ile ilaçlamak, kükürtlemek, gübrelemek, omçalardan salkımları toplamak, sermek, güneşte kurutmak, rüzgârda savurup saplarından arındırmak, çuvallamak, ya da pekmez yapmak kolay işler değildir” der ve babamın anlattıklarına göre; “Bu işi bölgede en iyi Rumlar yaparmış. Bağların pek çoğu ya Rumlarınmış, ya da Rumlar, bağ sahibi Türklere ortakçı olur, bağları işlermiş. Rumlar üzümlerinin önemli bir bölümünü şarap yapımı için kullanır, bir kısmını da kuruturlarmış. Asırlardır unvanını koruyan Foça Karası Şarapları, Bağarası topraklarında ve Rumların maharetiyle var olmuş, isim yapmış, unvanı dağları aşmış, şehirlere, hatta Akdeniz ülkelerine ulaşmış. Ancak 1914 Haziran’ında büyük kovuşturmaya maruz kalan Rumların tamamı bölgeyi terk etmiş. Hal böyle olunca, bağlar öksüz ve yetim kalmış. Bakımsızlıklarından asmalar kurumuş. Sonraki yıllarda ise Mübadele ile bölgeye, Yunanistan’dan gelen Türkler yerleştirilmiş. Buralardan gelen Mübadil göçmenler bağcılığı bilmediklerinden asmaları (omcaları) sökmüşler. Anladıkları, bildikleri iş olan tütüncülüğe başlamışlar. Tütüncülük, bağcılığa göre daha kolaydır. Foça’da özellikle tuz depolarında iş bulanlar Foça’ya yerleşenler de olmuş, Menemen’e, İzmir’e taşınan da. Kendilerine verilen kule evlerde oturmadıkları için zamanla evler viraneye dönmüş” derdi.
Sahip Çıkamadık
Bağcılık, şarapçılık ve özellikle Foça karası şarap üretimi, bu toprakların asırlardır süregelen kültürüydü. Bir başka kültür ise, dışarıdan iki kat, içeriden üç kat olarak inşa edilmiş Kule evlerdi. İnce taş ustalığı ile yapılmış, şahsına münhasır mimariyi temsil eden bu evler “Sanatsal evlerdi ve Kültürel Mirastı”.
Bağarası’nda her iki kültüre ne yazık ki bir gram sahip çıkamadık. Bu toprakların değeri bilerek kültürünü koruyarak bu günlere ulaştıramadık.
Bağarası toprakları için dün, bugünden daha iyiydi. Bugün ise, yarınlardan daha iyi olacak. Çünkü ekilebilir verimli toprakların önemli bir bölümü şu anda imara açılmış durumdadır. Geriye kalan kısmı ise bir yandan koşulların zorlaması, diğer yandan koruma kültürünün olgunlaşmaması nedeniyle bağsız “Bağarası” sadece ismiyle yetinecek.
Gelişmeler bazılarını sevindirecek, bazılarını hüzünlendirecek.
Bu hep böyle olmuş. “Üzümün suyu üzümün üstünde kurumuştur”.
Sebahattin Karaca