On dört yıl oldu İzmir’i arkamda bırakıp Alaçatı’ya yerleşeli.

Sahil kasabasına yerleşme hayalli romantik bohem düşüncelerle gelmedim buraya.

Muhabirliği saymıyorum, 20 yıl haftanın 7 günü köşe yazdığım, evim, yuvam, gazeteciliği öğrendiğim Yeni Asır’dan kalleşçe kovuldum.

İnsan kaynaklarına çağrıldım ve bana şöyle dendi:

“Çok uzun zamandır bu gazetede çalışıyorsunuz biz sizi kovmuş olmayalım, kariyeriniz için iyi olmaz. İstifa edin. Biz yine tazminatınızı vereceğiz.”

Dedim ki;

“Kovduysanız kovacaksınız!  Yüz kızartıcı bir sebeple değil, artık aynı dili konuşmadığımız için beni kovuyorsunuz."

Büyüdüğüm, bir öğrencisi olmaktan gurur duyduğum ama artık başka bir hale dönmüş gazetemden başım dik çıktım.

Benim o sırada Alsancak’taki evim beni kovanları bile ağırladığım bir buluşma noktasıydı.

Gazeteden çıktım ve eve giderken basındaki tüm arkadaşlarımı aradım. Dedim ki, “Ben kovuldum. Lütfen bunu böyle yazın.”

Dediler ki emin misin? Evet, dedim, beni kovdular!

Yıllar sonra, çalıştığım her gazeteden kovulunca ustam rahmetli Bekir Coşkun bana demişti ki, “Evladım bu kovulmaları omuzunda nişan olarak taşı!”

Benim ilk madalyam, yuvam Yeni Asır’dan geldi!

***

Bu arada 16 yıldır da Sabah’ta haftanın bir günü yazıyorum.

İki gazetenin sahibi aynı.

Ve Yeni Asır beni kovarken şu cümle kullanıldı:

“İstanbul artık sizinle çalışmak istemiyor!”

Peki…

Eve varana kadar tüm dostlarımı aradım:

“Ben kovuldum, hadi bana gelin…”

Davetime alışkın arkadaşlarım, sonradan öğrendim, birbirlerini arayıp, ‘Öncel gülüyor ama herhalde kuyruğu dik tutuyor yoksa bu kadar rahat olamaz’ demişler.

Hayır, o kadar rahattım. Hayatı tozu çamuruyla yaşamış biri olarak rahattım. Vardır bir hayır dedim.

O gece evimin sofrası yine kalabalık, neşemiz boldu.

Hemen ertesi gün o beni istemediği söylenen İstanbul arayıp “Sabah’taki yazılarınız üç güne çıktı, maaşınız da bu…” dendi.

Ama o maaş 3 kuruş… Alsancak’taki evimin kirasını veremem.

Bir saniye düşünmedim.

Ailemin bir evi var Çeşme’de….

Hemen taşındım.

Evimin eşyalarının bir kısmını sevdiklerime emanet ettim, bir kısmı için depo kiraladım.

Sonrası yine bin bir emek… Maddi manevi hayatla güreş.

İlk yıllar İzmir’e işim düştüğünde evimin önünden geçerken ağlıyordum.

İzmir beni tükürmüş, istememiş gibi gereksiz trajediler vardı kafamda.

Yaz mevsimi iyiydi ama kış gelince İzmir’deki buluşma noktası evimi çok özlüyordum.

Yemek yapmayı, sofralar kurmayı, o sofralardaki sınırsız neşeyi.

Bu arada hiç işsiz kalmadım hani.

Ama bütün hayatı sahada ve bir gazete binasında geçmiş biri olarak evden çalışmak saçlarıma beyazlar eklemedi değil…

Neyse sevgili okur dostlarım, ki siz bütün hikayeyi benimle birlikte yaşadınız, artık İzmir’i bırak özlemeyi, işim düşmesin diye dua ediyorum.

Hem yaşadığım kasabaya aşık olduğum için hem de o İzmir artık benim bıraktığım, doğup, büyüdüğüm şehir değil.

Önceki gün mecbur olduğum birkaç iş için İzmir’deydim.

Önce Körfez’den bir koku çarptı burnuma…

Koku hafızası çok güçlüdür.

Çocukluğum tokat attı yüzüme …

Ama  eşek kadar olduğumda bıraktım ben bu şehri, artık öyle kokmuyordu…

Bu çok eski bir koku…

İzmir’in, adı geçtiğinde içimizi titreten başkanı Ahmet Piriştina’yla beraber unutmaya başlamıştık.

Cenazesini belediye işçilerinin kimseye bırakmadığı, elleri üstünde taşıdığı efsane Başkan!

Ondan sonra da temizlenmeye devam etmişti Körfez…

Peki ama şimdi ne olmuş İzmir’e? Kokmamış, kokuşmuş…

İşlerimi halledemeden, koşarak kaçtım kasabama…

Artık önünden geçtiğim evime bile kafamı kaldırıp bakmadım.

Ne olmuş sana İzmir’im…

Köydük biz… Köy diyerek sözde küçümseyenler vardı.

Biz öyle mutluyduk.

Semtlerimiz vardı.

Biz o semtlerin çocuğuyduk.

Sokakların değişmiş. Yolların, silüetin, insanların…

Keşke büyümeseydik… Keşke büyümeseydin benim güzel şehrim.

Hançerler bağrında… O kadar üzgünüm ki…

Eve döndüm, o eski, pis koku hala burnumda…