Kimi için 9, kimi için 4 günlük bayram tatilinin içindeyiz. İnsanların bütçeleri dahilinde, iş hayatından, şehir kalabalığından, temmuz sıcaklarından kaçıp nefes aldığı yerlere gittikleri günler. Ben de ailemle yaklaşık dört beş yıldır her bayram tatilinde gittiğimiz Çökertme koylarından birine gittim.
Normal koşullarda birkaç yıl üst üste aynı yere tatile giderseniz sıkılırsınız. Hele ki bu gittiğiniz yer sessiz sakin bir sahil köyüyse pek tercih edilmez. Ama bilakis bu sahile kıyısı olan köyün öyle bir enerjisi var ki kendinizi tatil bölgesi olmaktan emekli olmuş bir sahil köyünde değil, dinlenip ferahladığınız her şeyin en temiz, en sakin, en doğal kaldığı yerde buluyorsunuz ve yenilenerek döndüğünüzü hissediyorsunuz.
Denizin içindeki iskeleleri, sayılı sayıda mekanları, tertemiz denizi ve denizi sarıp sarmalayan ormanlık dağlarıyla derdim bu yazıyı bir yıl önce yazmış olsam. Bu güzel tatil hikayesinin bu eşsiz doğa tasviri maalesef burada kararıyor. Tıpkı o yeşil ağaçların şuan kara iskeletlere dönmüş olması gibi.
Geçen yıl bayram tatilinden yedi gün sonra çıktı bu yangınlar. Hiç şüphesiz herkesin içinin yandığı günlerdi. Ama oradaki güzelliği birebir yaşayan gören insanlar için bambaşka, tarifi imkânsız bir acı ve gözyaşı demekti.
Yangından sonra bu yıl orayı ilk görüşümüzdü. Tüm haberleri yakından takip etmiş, oradaki tanıdıklarımızla telefondan bilgi alıp konuşmuştuk. Neyin ne olduğunun farkındaydık ama tam bir yıl sonra gözlerimizin görmesi bize bu acıyı çok daha somut yaşattı.
Kavşaklı yolun kıvrımlarını dönen, yeşilin her tonuna sahip ağaçların içinden geçerek, sabırsızlık ve tatil heyecanıyla gördüğümüz mavi denizi daha erken gördük görmesine ama bu defa yanmış siyah ağaçların gölgesinden.
Buruk bir şekilde kaldığımız köy evine yerleştikten sonra bahçede oranın yerlisi olan ve aynı zamanda kaldığımız evin sahibi olan amcayla oturup sohbet ettik. Aradan geçen bir yılın genel halini hatırını karşılıklı sorarken konu yangınlara geldi tabi. Çünkü ne halleri kalmıştı ne de sorulacak bir hatırları. Amcamız anlatırken biz dinlerken gözyaşlarımızı tutamadık.
‘Bazı geceler hala o alevlerin içinden gelen hayvan çığlıklarıyla uykumdan uyanıyorum’’ diyor ve ekliyor amcamız. ‘’Buranın köylüsü iyi bilir orman yangınını. Daha önce buralarda sayısız kez yangın çıktı ve büyümeden biz söndürürdük el birliğiyle. Tecrübeliyiz, biliriz nasıl müdahale edeceğimizi ama bu defa bizi yanaştırmadılar. Tuttuğumuz hortumdan gelen su kesilince bir baktık ki hortum kesilmiş. Bilerek yaktılar, rant için yaktılar, geç gelen müdahaleden, engellemelerden belliydi o yangınların sebebi, biliyoruz içindeydik. Biz çok yangın gördük bu başkaydı’’ diye anlatırken onun da bizim de boğazımız düğümleniyordu üzüntüden.
Düşünüyorum hangi rant, hangi maden işletmesi, hangi villa, hangi marina, hangi yeşil dolar bu güzel doğanın yeşilini böylesine alt üst edebilir. Kendinizi o ağaçları ve o ormanın içinde yaşayan hayvanların yerinde düşünün. Sizden daha güçlü başka bir canlı türü gelip yaşam alanınızdan rant elde edecek diye evinizi tüm ailenizle yakıyor ve savunmasız yanarak yok oluyorsunuz. Bir anlık düşünün sadece bir an. İçiniz daralır nefes alamazsınız. İşte öyle daralıyor nefesler. Sadece ormanlar yanıp oksijensiz kaldığımız için değil bu vahşet karşısında hiçbir şey yapamadığımız için nefes alamıyoruz.
Bu yangınların yüzde birinde bile kasıt var ise soruyorum nasıl kıyabiliyorsunuz size can veren nefes veren sizden gayrı canlılara. İnsanoğluna sadece yararı olan hiç zarar vermeyen bu ağaçlara bu canlılara nasıl kıyabiliyorsunuz. Kendi çıkardığınız yangınlardan sebep bu doğa sizi olmasa bile çocuklarınızı öldürecek farkında değil misiniz? Doların yeşili değil doğanın yeşili nefes almanızı sağlıyor bunu ne zaman göreceksiniz?
Nazım Hikmet’in şiirindeki satırlar gibi soruyorum; Bu doğaya, bu ağaçlara, bu derelere, bu canlılara nasıl kıydınız? Beyler bu vatana nasıl kıydınız?