Afetlere neden olan unsurlar, afetleri önlemeye ve afet sonrasında yapılacak çalışmalara yönelik inceleme ve araştırmalar Türkiye’de 1999 Marmara Depremi sonrasında yoğunlaşmaktadır. Depremi farklı boyutlarıyla ele alan akademik tezler sadece 2022 yılında bile yüzden fazla…
Verilen bunca çaba, bilim insanlarının uğraşlarına rağmen gelinen nokta açık ve net: Moloz yığınına dönmüş kentler ve on binlerce ölü! Depremin üçüncü haftasında bile çadır tedarik edilebilmiş değil… Hala zemin etütleri dikkate alınmadan seçim rüşveti olarak, “şu yılda şu kadar bina dikeceğiz” vaatleri, yıkılmak üzere olan binalara, “sağlam oturulabilir” raporunun verilerek sorunun büyüklüğünü örtme çabası… İktidar ve küçük ortağı MHP’nin utanmazca hâlâ tehditler savuruyor olması… Kısacası her açıdan dehşete düşüren bir tabloyla karşı karşıyayız.
Depremin yaşandığı ilk günden bugüne en çok paylaşım yapılan konular arasında, bilim insanlarının deprem öncesi uyarıları yer alıyor. Haliyle bilim ve toplum ilişkisinin daha görünür olduğu böylesi dönemlerde bilimin kapitalizmin kıskacında oluşunun üzerine düne göre daha çok gidilmeli. Çünkü bilim ile idari ve iktisadi toplumsal düzenlemeler arasında iç içe geçmiş, örgütsel bir bağ her zaman mevcuttur. Ve bu durum anlaşılmadan ortaya çıkan çelişki; kişilerin “iyi niyetine”, verilen haklı çabaların övünmesiyle kısır kalmaktadır.
Koruyucu bi̇li̇mden, dönüştürücü bi̇li̇me!
Bilimin bir araç olarak kullanılması, insanların gündelik pratiğinin eleştirisini beraberinde getirir ve onun düne göre daha ileri pozisyonda olması için çaba sarf eder. Bu görüşlerin geliştirilip yayılması bizzat bilimin görevi olmalıdır. Yazının başında da ifade edildiği üzere 2022 yılında deprem üzerinde 100’den fazla tez yazılmıştır… Ancak yeterli olmamıştır. Çünkü ortaya konulan tespitleri hayata geçirmek; bilim dışındaki toplumsal güçlerle ilişkilidir. Bilimin özgür bir aktör olmadığı gerçeği bir kez daha hatırlanmıştır. Bilim emekçileri devlet aygıtının ve sanayi kuruluşlarının doğrudan veya dolaylı ücretli çalışanları haline gelmiştir. Eleştirel olduğu için “bağımsız” görünen tezler elbette önemlidir ancak kapitalizmin kıskacında havaya çivi çakmaya benzemektedir. Kapitalist sistemin bilim insanlarına cevabı şudur: Yazabilirsin, araştırabilirsin ancak işimize yarayan hayata geçecektir!
Bugün depremle bir kez daha anlaşılmıştır ki, kapitalist sistem sadece toplum için değil, bilim dünyası için de yıkılması gereken bir sistemdir, kendi özgür üretimi için zorunluluktur. Koruyucu bir bilimden dönüştürücü bir bilime geçiş; işçilerin, halkın ve bilim insanlarının kapitalist sisteme karşı vereceği mücadeleyle doğrudan bağlantılıdır. Unutulmamalıdır ki bilim hangi sınıfın elinde olduğuna göre ciddi farklılıklar gösterecektir. Kapitalizmin elinde bilim, üçkağıdın, rantın babası haline gelmiştir.
Blackett’i̇n dedi̇ği̇: Tek çaremi̇z sosyali̇zm!
Profesör Blackett’in, Bilimin Hüsranı başlığıyla yayınlanan radyo konuşmasında dile getirdiği gibi: Toplum bilimden yararlanmadığı takdirde, bilim-karşıtı bir tutum takınması kaçınılmazdır. Ve bu da pekâlâ mümkün olan ilerleme umudunun yitirilmesi demektir. Kapitalizmin günümüzde yürüdüğü yol budur ve bu yolun sonu faşizmdir. Diğer yol, büyük-ölçekli tam bir sosyalist planlamadır. Bu, kısıtlı bir plan üretimi değil mümkün olan maksimum üretimi gerçekleştirmeyi hedefleyen bir planlama olacaktır. Bu iki yol dışında bir yol olduğuna inanmıyorum. Bugün size ne sosyalizm ne de kapitalizm olan, herkesin eşit olarak yararlanacağı planlı ekonomi adı verilen üçüncü bir yol olduğu söyleniyor –önümüzdeki birkaç yıl içinde bunu belki bin kez duymuş olacaksınız. Örneğin, size işsizlik sigortası ve konut politikasının siyasetin elinden alınıp tamamen nesnel bir biçimde bilimsel olarak belirlenmesi gerektiği söylenecek. Sanki bu meseleler tam da siyasetin özü değilmiş gibi! Eğer özveride bulunmak gerekecekse, bu ‘özveri eşitliği’ olacak. Duygusal bir milliyetçilik çağrısıyla zenginlerin ve yoksulların farklı çıkarlara sahip olduğunun üzeri örtülecek; hizmete ve ulusal disipline vurgu yapılacak. Tam ifadesini İtalya ve Almanya’da bulmakla birlikte bu eğilimler ülkemizde de yeterince açık bir biçimde görülmektedir. Dolayısıyla ben faşizmin İtalyanların ya da Almanların ulusal karakterine özgü bir şey ya da iki çılgın insanın kendi özgün icatları olduğunu düşünmüyorum. Faşizmin, kapitalizmin dünya bunalımını üretimi kısma, ekonomik milliyetçilik ve işçi sınıfının yaşam standartlarını düşürme yoluyla aşmaya çalışan bir politikanın mantıksal sonucu olduğu kanısındayım. Ve görünüşe bakılırsa ülkemizde de bunalım aynı yöntemlerle aşılmaya çalışılmaktadır. Bu yol başarılı olabilir mi? Sanmıyorum. Bu yozlaşmış gerici hareketin çözüm getireceğine inanmıyorum. Örneğin, küçük insanların çıkarları doğrultusunda büyük bir işletmenin küçük işletmelere bölünüp makinenin yerine el emeği geçirildiğinde ne olacağını düşünün. O zaman, kapitalizmde içkin halde bulunan, geçmişte birleşmeye [işletmelerin birleşmesine] ve makinelerin kullanıma sokulmasına neden olan ekonomik güçler aynı şeyi yeniden yapacaktır. Kapitalizm, ilk ortaya çıktığı koşullara geri dönerek kendisini kurtaramaz. Doğrusunu isterseniz Almanya ve İtalya’daki önde gelen sanayicilerin bir an için bile olsa bunun olabileceğine inandıklarını sanmıyorum. Onlar makinelere ve fabrikalara karşı küçük atölyeleri savunan popüler bir kampanyayı hoş görebilir, hatta teşvik edebilirler. Çünkü orta sınıfların desteğine korkunç bir biçimde ihtiyaçları vardır ve bu desteğin karşılığını ödemek zorundadırlar. Fakat büyük sermaye çevreleri makinelerin kendilerine lazım olduğunu çok iyi bilmektedir. Makinelere karşı çok şey söylense de pratikte bunların hemen hiçbiri uygulanmaz. Makinelere ve bilime karşı ne tür önlemler alınmış olunursa olunsun, yaratılan atmosferin yalnız bilim açısından değil her türlü nesnel entelektüel çaba açısından felaket anlamına geldiği açıktır. Orta sınıfın faşizmden beklentilerinin hüsranla sonuçlanması kaçınılmazdır. Onlar bir gün aldatıldıklarını anlayacaklar. Bugün ne kapitalizm ne de sosyalizm olan yeni bir şeye sahip olduklarını sanıyorlar; oysa sahip oldukları şey kapitalizmin ta kendisidir. Günümüzün iki faşist ülkesinde açıkça görülmektedir ki, faşizm kapitalizmdir. Ben bu görüşlerimi ilk kez dile getirdiğimde yalnızca iki açık faşist ülke vardı; bugün sayamıyorum bile. Tuhaf ve aynı zamanda manidar olan şu ki, küçük insanlara yardım etme maskesiyle kurulan faşizmin küçük insanı hızla yok ettiği görülüyor. Bu, kapitalizmin içkin güçleri tarafından başka yerlerde olduğu gibi faşist devletlerde de ele geçiriliyor. İtalya’da 1932 yılına ait istatistiklerdeki büyük iflas rakamları, faşizmin küçük işletmeleri kurtaramayacağını gösteriyor... Önümüzde yalnızca iki yol olduğunu düşünüyorum; bugün izlediğimiz yol ise bizi faşizme götürecek olan yoldur. Bununla üretim kısılmakta, işçi sınıfının yaşam standardı düşürülmekte ve toplumsal ilerlemeden vazgeçilmektedir. Geriye kalan tek yolun tam sosyalizm olduğuna inanıyorum. Sosyalizm, mümkün olan en büyük zenginliğin üretilmesi için bilimden elinden geleni yapmasını isteyecektir. Bilim insanlarının hangi tarafta olduklarına karar vermeleri için çok fazla zamanları yok.
Geleceğin görevi bilim insanının işini daha bilinçli, daha örgütlü ve daha verimli hale getirmek; bu işin halk yığınlarınca doğru bir biçimde kavranmasını sağlamak ve bu ikisini [ bilim insanları ile halk yığınlarını] bilimin sunduğu olanakları gerçekliğe dönüştürmek için pratikte bir araya getirmektir!