Şiir yazmak, yalnızca “ilham” beklenerek yapılan bir iş değil kuşkusuz. Başkaca beceriler de gereksinir. Sözgelimi, tek başına akılla yazılan şiir didaktik olur. Tek başına yürekle (sezgiyle) yazılan şiirse sulusepken manzume olur. Burada akıl ve yüreğin şiddetle çarpışması gerektir. İşte o çarpışmadan çıkan kıvılcım şiirdir ve o kıvılcımın çakması için şair; kavramlar, duygular, nesneler üstünde durmaksızın düşünmek, çalışmak zorundadır. Akıl, kavramlarla metafor oluşturur. Yürekse, duyguların/sezginin imgeye dönüşmesini sağlar. Bunlar olmazsa şiir de olmaz! Ve bu kıvılcım bazen bir çocuk sesindedir, bazen gülüşünde, bazense seslenişinde bir çocuğun…
Kimi söyleşilerimde anlattığım bir anıyı bu hafta sizlerle de paylaşmak istedim. 1997-98’li yıllar olmalı. Şimdi yurt dışında yaşayan büyük kızım Nehir Aras beş altı yaşlarında… Ve içinde bir şiir söyleme telaşıyla dolaşıp durmakta. Anneannesinin ezberlettiği Atatürk şiirleri ve kendisinin “yazdığı” şiirleri, yakın bulduğu dostlarımıza okumakta ve o yıllar annesiyle birlikte Bodrum’da yaşamaktalar…
Her hafta sonu gittiğim Bodrum’da arabadan iner inmez elimden çekiştirip, evlerinin balkonuna taşıdıktan sonra beni, üç yana reveransını yaparak ardından o güzelim çocuk Türkçesiyle “baba, işte yeni şiirim…” diye o haftaki Atatürk şiirini okuyor bana.
Yine bir hafta sonu,“şiirini” okuduktan sonra dedim ki; “güzel kuzum kuşkusuz Atatürk bizim her şeyimizdir, cumhuriyetimizi kurmuş, özgür bir ülkede yaşasın diye insanlar, çok cefalar çekmiş, çok mücadele etmiştir. Fakat biraz da farklı şiirler yazsan daha iyi olmaz mı?”
Hâlâ anımsadığım hayret içindeki bir yüzle; “nasıl yani başka şeylere de mi şiir yazılır” yanıtını aldıktan sonra, “elbette kuzum her şeyin şiiri olur. Şöyle bir çevrene bak gördüğün her şeyin şiirini yazabilirsin. Sözgelimi kapı, pencere, çiçekler, ağaçlar, deniz, gökyüzü, yıldızlar, böcekler, insanlar, yollar… Yani gördüğün her şey”
“Tamam babacım” dedikten sonraki hafta, yine Bodrum’da evlerinin önündeyim ve elimden tuttuğu gibi beni balkona taşıdı ve her zaman yaptığı gibi üç yöne reverans ritüelinin ardından, baba dedi “işte yeni şiirim” “peki adı ne kuzum” “şiirimin adı,“Kapı” babacığım…” dedikten sonra, şöyle bir ‘şiir’okudu: “Kapı, sen olmazsan evimize giremeyiz kapı/ Bunun için seni çok severiz kapı/ Atatürk’te senden girerdi/ Seni daha çok severiz kapı…”Okumasını bitirdikten sonra dedim ki; “kuzum bu yine Atatürk şiiri olmuş?” Nehir şaşkınlıkla yüzüme bakıp, şimdi olduğu gibi hep anlata geldiğim ve sevgiyle hatırladığım şu tarihsel sözü söyledi o tatlı çocuk diliyle; “ama babbaaa, içinde Atatürk olmadan, şiirolmuyokiii…”
Bu söz kurulduktan birkaç yıl sonra iktidara gelen koca koca adamlar, bu ülkede, “içinde Atatürk olmadan da” kimi şeylerin olabileceği yanılgısı içindeler hâlâ…
Neyse, şiir, aklın ve yüreğin kıvılcımı olarak tarihsel yolculuğuna devam ediyor! İşte o günler benim üzerinde çalıştığım ve Nehir’e “kapı da var” deme gerekçem de olan şiiri, bu hafta sizlerle paylaşmak istedim.
KAPINI AÇ
düşüp kalkan çocuğum
kapını aç, sana geldim
dilim damağım karmaşık
aklım karma karışık
aç paramparça geldim
***
yerle gök arasında
bir vakit
haylice tozup gezdim
sığamadım bir yere
dönüp sana geldim
***
anladım sezdim
iki cihandan da bezdim
yaralı bir kuşum
aç koyma beni eşikte
çırpını çırpını geldim
***
yoldaşlarım var
latin’denasya’ya kadar
dünyalarım var
bu kalpten o kalbe kadar
yine de geldim
***
bütün kalabamla
birike birike geldim
kapını aç sana geldim
ömrüm akıp geçmeden
bu kirli avludan, aç
kapını aç,
seninle ölmeye geldim.