“Savaşın, felaketin, toplumsal çöküşün içindeki ‘insan’ı iğneyle kuyu kazar gibi bulup çıkarıyor. Nobel ödüllü kalemini kendi hikayeleri yerine, başkalarının sesi için kullanıyor. Devletlerin değil ‘duyguların ve ruhun tarihi’ni yazıyor. Şimdi Belaruslu gazeteci-yazar Svetlana Aleksiyeviç’i okumanın tam zamanı” satırları yetişti durup kalmış elime… (*) Herkesin rasyonel, herkesin keskin kılıç kalemlerinden, içimdeki ‘Ama orada insanlar ölüyor, binlerce kadın, çocuk, yaşlı genç yerinden yurdundan oluyor’ derdine bir kanal açıp akamıyorken; tam zamanında… ”Başkalarının cesaretini, aldıkları riskleri kenardan izlemenin ahlaksız bir yanı var” çünkü…

“Sosyalistler, Ukrayna krizi gibi iç ve uluslararası gericiliğin hesaplaşmasının ifadesi olan bir krizde, bu sosyoekonomik ve siyasal gericiliğin sınıfsal temsilcilerinin hiçbirinin, hiçbir zümre ve kliğinin yanında olmazlar. Sosyalistlerin yanı Ukrayna ve Rusya emekçi halklarının yanıdır” denilecek elbet.(**)

“Afganistan’dan çekilme fiyaskosunun üzerine gelen Putin’in Ukrayna işgali, ABD Başkanı Joe Biden’ı ilk seçimlerde iktidardan düşürebilir. Öte yandan, Karadeniz’in kuzey kıyıları üzerine yoğunlaşan kamuoyu dikkati, dünyanın başka bölgelerinde, 1990’da Thatcher’a adreslenmiş o memoranduma benzer gelişmelere yol açabilecek nitelikte. Çin, Tayvan’a yürüyebilir; Mısır ve Sudan zaten Tigre ile başı dertte olan Etiyopya üzerine yüklenerek Hedasi Barajı projesini yok edebilir; Suudi Arabistan Yemen’e yeniden saldırabilir; Rus takviyeli Başar Esad güçleri İdlib bataklığını kurutma fırsatı yakalayabilir; İsrail ise Gazze ötesinde Lübnan ve Suriye’ye uzanan yeni bir sefer başlatabilir” okumaları yapılacak; bilmeyen, anlamayanlara ışık tutulacak (***)

Ya insan?

Güvenli bir hastanede değil, bir metroda savaşa gözlerini açan bebeği, annesini…

Komşu ülkelere sığınan 422 bin kişiyi, battaniyeleri, taşıyabildikleri erzaklarla birlikte kedilerini, köpeklerini sığınaklara ya da sonu belirsiz adreslere taşıyanları…

Bir sığınakta ipe dizilmiş güvercinler gibi yan yana oturmuş, pandemi geçsin diye beklerken kendilerini savaşın orta yerinde bulmuş çocukların akıllarından ne geçtiğini, ne hissettiğini…

Yemek pişirmekten bir anda kendilerini/ülkelerini korumak adına Molotof kokteyl yapmaya evrilen her savaşın öncelikli mağduru kadınları...

İşgalin ilk günlerinde öldürülen yedi yaşındaki Alisa’yı, ilkokuldaki Polina’yı, birkaç haftalık Ivan’ı…

Bir tankın, yoluna çıktığı için değil keyif için ezdiği bir aracı çığlık çığlığa izleyenleri, felaketlerin içinden geçenleri kim yazacak? Bunun gibi binlerce felaketi hazırlayan savaşa niçin hayır dememiz gerektiğini, ta yüreğimizin içinde bütün benliğimizde hissettiğimiz acıları, ”büyük tarih’in genelde kibirle görmezden geldiği” duyguları, zamanın ruhunu kim ortaya serecek?

“Gazeteci olarak gittiğim gezilerden birinde bir kadınla tanıştım; savaşta sağlık görevlisiymiş. Bana şunu anlattı: Kış vakti, Ladoga Golü’nü geçiyorlar. Düşman tarafından birisi, hareketliliği fark edince ateş etmeye başlıyor. Atlar, insanlar buzun altına düşüyor. Gece vakti oluyor bu. Kadın da, yaralı birine tutunup onu kıyıya sürüklemeye çalışıyor. ‘Taşıyorum ama ıslak, çıplak, diyorum ki herhalde kıyafetleri yırtıldı. Kıyıya varınca fark ettim ki, devasa, yaralı bir mersin balığıymış taşıdığım. Katmerli bir küfür bastım! İnsanlar acı çekiyor, peki ya hayvanlar, kuşlar, balıklar? Onlar ne yapmış?” diye kim soracak?

*

Belaruslu bir baba ve Ukraynalı bir annenin çocuğu olarak 1948’de Ukrayna’da doğan, kendisini "Tarihi olaylardan çok insani duyguları kayıt altına alan bir kalem" olarak tanımlayan Svetlana Aleksiyeviç, 2015’te kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı muhteşem konuşmasında ‘neden yazdığını’ anlatıyordu:

“Savaşta süvari bölüğünde görev yapan bir sağlık görevlisi kadın anlatıyordu: Çatışma sırasında yaralanan bir Alman askerini top mermisi çukuruna sürüklüyor, ama adamın Alman olduğunu çukura inince fark ediyor. Adamın bacağı kırık, kanaması var. Adam düşman! Ne yapmalı? Yukarıda kendi halkından çocuklar ölüyor. Ama kadın adamın bacağını sarıp, sürünerek geri çıkıyor. Bir süre sonra bu sefer bilincini kaybetmiş yaralı bir Rus askeriyle geri geliyor çukura. Rusla Alman, bilinçleri açılınca birbirlerini öldürmeye yelteniyorlar. ‘Bir onun suratına yapıştırıyorum elimin tersiyle, bir öbürünün,’ diye anımsıyor kadın. ‘Bacaklarımız kan içinde, herkesin kanı birbirine karışmış.’

Bu, benim bilmediğim bir savaştı. Kadın savaşı. Kahramanlar hakkında bir savaş değil. Kahraman bir halkın, başka bir halkı nasıl öldürdüğü hakkında değil. Bir kadının ağıdını hatırlıyorum: ‘Çatışma bittikten sonra meydanda yürüyorsun. Ve hepsi orada yatıyor… Hepsi de genç ve o kadar güzel ki… Yerde yatıyorlar ve gökyüzüne bakıyorlar. Onlara da yazık, öbürlerine de.’

İşte bu, ‘onlara da, öbürlerine de,’ bana kitabımın neyle ilgili olacağına dair bir ipucu verdi. Savaşın, cinayet demek olduğuyla ilgili olacaktı. Kadınların hafızasında savaş böyle kalmıştı. Daha demin, birisi gülümsüyordu, sigara içiyordu – ve o insan artık yok. Her şeyden çok, kadınlar yok oluştan bahsediyordu, savaşta her şeyin hiçliğe ne kadar çabuk dönüştüğünden. İnsanın da, insanlığın vaktinin de”

‘Çok sesli yazıları, zamanımızın ıstırap ve cesaretini anıtlaştıran eserleri’ sayesinde Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen ve bu ödülü alan ilk gazeteci olan Svetlana Aleksiyeviç’in konuşması bitirsin yazıyı.

“Beni ilgilendiren, küçük insan. ‘Küçük büyük insan’, ben böyle derdim, çünkü zulme tabi olmak insanı büyütüyor. O, kitaplarımda kendi küçük hikayesini ve kendi tarihini anlatırken büyük tarihi de anlatıyor. Başımıza gelmiş olanları, hala da gelmekte olanları henüz anlamlandırabilmiş değiliz. O yüzden anlatmak gerekiyor, başlangıçta önce dile getirmek gerekiyor. Bu bizi korkutuyor, henüz kendi geçmişimizle yüzleşecek durumda değiliz. Dostoyevski’nin Ecinniler’inde, Şatov sohbetlerinin başında Stavrogin’e şöyle diyor: “Biz, iki varlık, sonsuzlukta bir araya geldik… dünyada son kez. Şu tonunuzu elden bırakıp insan gibi konuşun! Bir kere olsun, insan sesiyle konuşun!”

***

(*)Zeynep Güven Ünlü, “Bugünlerde bir kitap okuyacaksanız o ‘İkinci El Zaman’ olsun”/Diken.com

(**)Halim Bahadır

(***)Zafer Yörük

Boğaziçi Üniversitesi’nde 2020 Yaz Dönemi’nde ilk kez “History of Emotions” dersinin açıldığını, öğrencilerin altı hafta boyunca “duyguların tarihi”nin nasıl yazılabileceğini tartıştığını… Duygunun her zaman akılla, mantıkla doğası gereği zıtmış gibi anlamlandırılması gibi ön kabullerin de sorgulanarak hangi kapıların aralandığını da merak ederseniz bu vesile ile… “Duyguların, tarihçinin önüne geç gelmesinin sebebini tarihin eril bir disiplin olmasıyla ilişkili buluyorum. Bilindiği üzere kadın tarihçi sayısı az ve erkek tarihçiler tarafından duygu gibi soyut konulara yukarıdan bakılabiliyor. Ayrıca ne kadar materyalist o kadar kıymetli şeklinde bir görüş, duygu gibi başlıkları değersizleştiriyor” diyen Dr. Şeyma Afacan’ın röportajı, Boğaziçi Üniversitesi Haberler’de…