Uzun süredir hem dünyada hem de Türkiye’de artış eğiliminde olan gıda fiyatları; Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve daha pek çok toplumsal yüzüyle bir meta-krize sürüklenmesiyle en yaşamsal sorun haline geldi.
Birbirimize “merhaba” der gibi artan gıda fiyatlarından bahsediyoruz; hangi ürünün bir gecede ne kadar arttığını, neyi almaktan vazgeçip neyden fiyatı daha fazla artmadan bir miktar daha almaya çalıştığımızı anlatıyoruz. Ben de bir örnek vereyim mesela, geçen gün yaptığım bir yolculuk sırasında kahve almak için verdiğim molada kahve almak yerine, neredeyse aynı fiyata indirimde olduğu yazılan 600 gr. beyaz peyniri almayı tercih ettim. Gıda fiyatlarındaki artış belli ki durmayacak ve dünyadaki eğilimlerden bağımsız olmamakla birlikte, Türkiye’nin yerli ve milli sorunlarının ağırlaşmasıyla birlikte içerisine sürüklendiğimiz gıda krizi derinleşecek.
Gıda krizin demişken elbette sadece gıda güvencesinden daha fazla yoksun hale gelmemizden bahsetmiyoruz. Gıdaya erişim zorlaştıkça, gıda güvenliği de daha fazla yara alıyor ve artık ne yediğimizi daha az bilir hale geliyoruz. Sağlıksız gıdalar, diyetimiz haline geliyor. Yani her şeyin içerisinde, olması gerekenlerden daha fazla olmaması gereken şey olmaya başlıyor. Pakette ne yazarsa yazsın, ürünün tadını değiştirmeyecek neyi ucuza buluyorlarsa onu katıyorlar; benim anladığım kabaca bu maalesef…
Bahsettiğimiz bir meta-kriz demiştik; Türkiye’de yaşamın her alanına sirayet eden çok yönlü ve kolay çözümü olmayan bir meta-kriz içerisinde yaşam mücadelesi veriyoruz.
Bu koşullarda büyük çözümlere ihtiyacımız var fakat geçtiğimiz haftalarda söylediğimiz üzere büyük çözümleri beklemeye vaktimiz de yok; çünkü artık uzayan ekmek kuyrukları çiziyor bu güzelim ülkenin tüm olanaklarını ele geçirerek varsıllaşanlarla yine bu güzelim ülkenin değerini emeğiyle yaratırken yoksullaşanlar arasındaki sınırı.
Elbette tarım ve gıda alanındaki krize uzun vadede müdahale etmenin yolu Gıda Egemenliği’ni tesis etmek. Fakat Gıda Egemenliği mücadelesini de güçlendirecek bir yaklaşımla, gıda güvencesi ve gıda güvenliğini de hedefleyen bir dayanışma siyasetine de acilen ihtiyacımız var. Sanırım buradan kritik nokta, yoksullara yardım etmenin ötesinde, Gıda Egemenliği mücadelesini güçlendirecek bir yaklaşımı gözetmek.
Tüm bu yazdıklarımın zihnimde toparlanmasına sebep olan ise, Efes Selçuk Belediyesi’nin son günlerde ketteki yurttaşlara sunduğu bir çalışma. Efes Selçuk Belediyesi, kendi arazilerinde yetiştirdiği buğdaylardan elde ettiği unlardan ekmek üretip yurttaşlara dağıtmaya başladı.
Çalışmayı, “Buğdaylarımız önce un, sonra ekmek oldu. Şimdi de halkla birlikte ekmeğimizi bölüşüyoruz” diyerek kamuoyuna sunan Efes Selçuk Belediye Başkanı Filiz Ceritoğlu Sengel, her geçen gün daha da uzayan ekmek kuyruklarının kıyısında yaşama geçirdikleri bu dayanışma faaliyetini şöyle anlatıyor:
“Belediyemize ait olan arsalara geçen sene itibariyle buğday ekimlerimizi gerçekleştirmiştik. O buğdaydan elde ettiğimiz unları tam da ekmek fiyatları artmışken ve insanların gerçek olarak ekonomik zorluklar yaşadıkları anda ekmeğe çevirdik. Buğdaylarımız önce un, sonra ekmek oldu. Şimdi de halkla birlikte ekmeğimizi bölüşüyoruz” diye konuştu.
Basit, gerçek ve mümkün…
Tarım ve gıda alanına dair uzun süredir tartışıyoruz, yerel yönetimlerin gıda krizine yönelik müdahalelerinin çiftçileri ve yurttaşları yardıma muhtaç bir konuma sürüklüyorsa ne kadar tehlikeli olabileceğini ısrarla paylaşıyoruz. Yardım için harcanan milyonlar, eşitsizlikleri ortadan kaldırmayan ve üreticileri güçlendirmeyen geçici popülist kampanyalara dönüşüyor.
Sürüklendiğimiz meta-kriz koşullarında gıda krizine müdahale etmek ve yaşamı çoğaltmak istiyorsak; bir yandan kentlerin olanaklarını toplumun eşitsizlikleri en çok deneyimleyen kesimlerinden başlayarak, herkes için değerlendirirken diğer yandan da bu olanakları geliştirmenin ve herkesi güçlendiren bir ilişkiyi kurmanın uzun yollarını inşa edeceğiz.
Yani hem ekmeğimizi bölüşeceğiz hem de kol kola girip eşit ve özgür bir yaşamın ufkuna yürüyeceğiz. Basit, gerçek ve mümkün…