Çok kızgınım sevgili okur çok kızgın, bir folluk için insanın kalbi kırılır mı?
Geçmişi özlüyorsunuz değil mi? Gelecek kimsenin tahmin edemediği bir bilinmeze giderken geriye bakmak biraz olsun içinizi rahatlatmıyor mu? Hadi itiraf edin biz bize konuşuyoruz. Eskiden bir dergi çıktığı zaman her yerde arardık. Ölümüne peşine düşerdik. Yıl 1997 “Virgül” isimli edebiyat dergisi çıkmış bizim kitabevine gelmemiş herkes soruyor. Biz de merak ediyoruz. Ben başka kitabevlerine gitmiş olma ihtimalini düşünerek sokak sokak dolaşıyorum. Alsancak’tan Konak’a oradan vapura atlayıp Karşıyaka’da alıyorum soluğu, yok yok hiçbir yerde yok.
Geriye dönerken yolumun üstündeki gazete bayiine uğradım. O da ne Virgül dergisi gazetelerin konulduğu tel standın en üstünde duruyor. Bir tane alıp kitabevine kadar birkaç yazıyı okudum. Bugün olduğu gibi internete girip, kim çıkarıyor, nerede çıkıyor, telefon numarası, adresi bulmak imkânsız, mutlaka dergiye ulaşmak gerekiyor. Künyede tüm bilgilere ulaşıp dergiyi istedik.
Doksanlı yıllarda bazen siz uğraşırdınız dergileri getirmek için bazen de dergiler şehirlerde sadece gönüllülük esasıyla çalışan kişiler tarafından kitabevine getirilirdi. Telefon ile arayıp yeni bir dergi çıkardıklarını kitabevinde satıp satamayacağımızı soranlar, elden dergi bırakanlar… Ne güzeldi doksanlar…
Bir gün telefon çaldı.
“İletişim Kitabevi”
“Merhaba, ben Mo yayıncılıktan arıyorum.” İlk defa duyduğum bir yayıneviydi, ama hayatım boyunca unutamayacağım bir dostluğun temellerini atarken onlar da yıllarca unutulmayacak bir dergi çıkarmak üzereydiler.
“Merhaba, nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ben Erol Kalender Mo yayıncılık olarak bir dergi çıkarıyoruz. İstanbul kitabevlerine dergimizi bıraktık. Adresi verirseniz size de bir stant ve ilk sayımızı göndereceğim.” Derginin içeriğini anlattı. Yazarlar harikaydı.
“Yalnız tek bir sıkıntı var. Stant göndermeyin biz diğer edebiyat dergilerin arasına koyarız.”
“Neden?”
“Stant için yerimiz yok”
“Şöyle bir sıkıntı var. Dergimiz biraz büyük sizin standa sığmayabilir.” Ben durur muyum adamla inatlaşıyorum.
“Ne dergileri sığdırdık. Sorun yok gönderin siz…”
“Peki, siz bilirsiniz. Görüşmek üzere” dedi. Tam telefonu kapatırken,
“Bir dakika derginin adı nedir?”
“Fol” dedi.
İşte Fol dergisi ve Erol Kalender ile tanışmam böyle oldu. Bir hafta sonra dergi geldi. Ben hayatımda ilk defa bu kadar büyük bir dergi gördüm. Ebatları 50x37 cm bu dergiyi alacak bir stant yoktur. Erol abi beni dinlememiş bir tane stant göndermiş. Fol’u gören bu ne diyor. Hepimiz önce bir yadırgadık. Derginin ilk sayısını masanın üstüne açtık. Başka türlü bakmak imkânsız zaten, en güzel yanı elinde kahve varken dergiyi okuyabiliyorsun.
Sürekli gelen bir okurumuz dergiyi görüp inceledikten sonra,
“Dergiyi almak istiyorum ama ‘standı göstererek’ bu Fol’a sizinki gibi Folluk gerekiyor” dedi. O günden sonra standın adı Folluk oldu.
Fol dergisi 9 sayı çıktı. Her sayının konusu ve editörü farklıydı. İlk sayının konusu “Tütün” kimler yok ki dergide Murat Belge, Enis Batur, Cem Akaş, Samih Rifat… İkinci sayının konusu “Beden” Mehmet Ergüven, Mehmet Baydur, Gürhan Tümer, Ferit Edgü, Küçük İskender… Daha sonra sırasıyla “Otomobil, Ölüm, Saçma, Beden, Duvar, Pürüz, Işık” sayıları çıktı. Oruç Aruoba, Serhan Ada, Tahsin Yücel derginin yazarları arasındaydı. Benim için en ilginç olan o dönem hiçbir yerde yazmayan, görünmeyen İhsan Oktay Anar’ın altı, yedi ve sekizinci sayılarda yazılarının olmasıydı. Söylentiye göre 10. sayı çıksaydı konusu “Delilik” olacaktı. Baskı kalitesiyle, resimleriyle, yazılarıyla, bugüne kadar yayınlanmış en büyük ebatlı ve kaliteli bir dergiydi.
Sevgili okur size soruyorum bu dergileri alıp biriktiren bir okurun folluk hakkı değil midir?
Gerçi artık ne Fol var ne de folluk…
Yine söylüyorum. Ne güzeldi doksanlar…