“Karıcığım,
Tellerin arkasından senin gözyaşlarını ilk defa gördüm. Onun için sana metin ol demeye dilim varmıyor… Ne tuhaf, bu sefer de gözyaşlarınla beni demir gibi yapan yine sen oldun… Seni seviyorum, karıcığım. Sevmenin en büyük kudret olduğuna inanarak sana âşığım, bir tanem.”
11 Temmuz 1939
Nâzım Hikmet Ran
Tüm evi arayıp tarıyorum, delirmek üzereyim, bulamıyorum. Evin altını üstüne getirdim. Yok… Yok… Yok… Kendimle ilgili en büyük sorunum geçmişte ve geçmişle yaşamak. Çok kızıyorum kendime, “Bırak artık geçmişi ve takıntılarını!” diyorum. Kim söylüyor, kime söylüyor belli değil.
İnsan kendine söz geçiremez mi? Takıntılarından kurtulamaz mı? Nereden aklıma geldi bilmiyorum, en son üç yıl önce okuduğum, arkadaşlarımın ve eski sevgililerimin bana yazdığı mektupları arıyorum. Bulamıyorum… Bulamamak beni karın ve baş ağrılarına sürükleyecek; adım gibi biliyorum…
Şairin dediği gibi, “Yalnızlığım benim sidikli kontesim…” Sihirli kelime yalnızlık… İnsan kendisini “iç”inde aramaya başladığında, işte o an yalnızlığı devreye giriyor. Öyle zamanlar oluyor ki etrafınızda sığınacağınız veya tutunacağınız kimse kalmıyor. Aradığınız tüm dostlar, arkadaşlar ya meşgul ya da size ayıracak vakitleri yok. Oysa istediğimiz sadece kendi iç dünyamızı paylaşmak.
Ne demiştir Özdemir Asaf, “Yalnızlık Paylaşılmaz / Paylaşılırsa yalnızlık olmaz.”
Uzun lafın kısası: Yalnızlığımız, bize kalsın. İşte o yalnızlığın bana kaldığı saatlerde kendimi arkadaş, dost, sevgili mektuplarının içinde bulurum. Bana yazılmış, başkalarının o dönemdeki düşünceleri, unuttuğum bir anı... Mektupları okurken şöyle bir duyguya kapılırım: Kim yazdıysa karşıma oturur, ete kemiğe bürünür, sayfadan akan harfler birer birer onun dudaklarından dökülmeye başlar.
En son kitaplığı indirdim. Burada da bulamadım. Bu gece yalnızlığımı, okumak için ayırdığım kitaplardan birkaçını inceleyerek geçirmeye karar verdim. İşte o an yirmiye yakın kitabın arasında görkemli duruşuyla Nâzım Hikmet’in özel basım, “Piraye’ye Mektuplar” kitabı gözüme çarptı. Nâzım Hikmet, gelip karşıma oturdu. Ciltli kitabı bir kenara koydum. Orijinal mektupların tıpkıbasımlarının olduğu kutuyu açıp okumaya başladım. Aynı anda Nâzım Hikmet’in dudaklarından harfler dökülmeye başladı:
“Karıcığım, Sevgilim, Canımın içi, Biriciğim, Pirayem,” Okudukça yalnızlığımı unutuyor: bu tutkulu aşkın içinde olmaktan, bu saf sevginin cümlelerini okumaktan büyük keyif alıyordum.
“Karıcığım, kol saatim bozuldu. Ben mekanizmayı çıkardım ve çerçevenin içine sizin resimlerinizi koydum. Saate bakmıyorum, bileğimde senin mini mini başına bakıyorum.”
Gece bitmek bilmiyor. Nâzım Hikmet anlatıyor. Ben dinliyordum. Harfler, sarı kâğıtların üzerinden, kaydıraktan kayar gibi gözlerimin önünden akıp gidiyor. Bazen yazılanlara bazen de Nâzım Hikmet’in dudaklarından dökülen cümlelere takılıyorum.
Bir an geliyor, öyle bir mektup geçiyor ki elime, “Karıcığım, şeker gibi bir mektubunu aldım.” cümlesiyle başlıyor ve arkasından hepimizin bildiği, okumayan varsa mutlaka okuması gereken, bir şiir çıkıyor karşıma: “Bir tanem, son mektubunda: ‘Başım sızlıyor, yüreğim sersem!’ diyorsun. ‘Seni asarlarsa seni kaybedersem’ diyorsun ‘yaşayamam’ Yaşarsın karıcığım…” Bu şiiri Nâzım Hikmet’in el yazısından ve duygusal bir mektubun içinde okumak beni daha çok heyecanlandırdı. Mektubun sonuna doğru Nâzım Hikmet sözlerine şöyle devam ediyor:
“Ben bu iki mektubumu, yazdığım yazıların en güzelleri sanıyorum. Belki çok samimi de onun için…” Belki de Nâzım Hikmet’in bu kadar çok sevilmesindeki en önemli neden, şiirlerindeki içtenlik...
Bir mektubundaki şu dizeler alıp götürdü beni sevgilimin kollarına (Sevgilimin gözlerinin içine bakıp bunları söylemek istedim): “Ve inanmıyorum bir kış günü dünyaya geldiğine. Sen mutlaka baharda doğmuş olmalısın, toprak uyanırken.” Dizelerden sonra sevgilimin o simsiyah gözlerinin içinde kaybolmak ne güzel olurdu! Bu dünyadan Nâzım, kalplerimizi delip ruhumuzu okşayıp geçmiş…
Gün ağarmaya başlamıştı. Karanlığı güneş, gecenin sessizliğini insanların ayak sesleri bozmuştu. Okuyup bu satırlara aktaramadığım o kadar çok mektup var ki yalnızlığımı masanın üstünde bırakıp sabahın ilk ışıklarını örttüm üstüme; gün geceye karışmış, ben yavaş yavaş uykuya geçiyordum. Nâzım Hikmet’i birkaç dakika önce uğurlamıştım, giderken beni hasretle kucaklamıştı.
Nâzım Hikmet, Piraye’ye yazdığı mektupların birçoğunu “Hasretle kucaklıyorum.” diye bitirmiş. Mektupları ve şiirleri okurken sözcüklerin içinde kaybolduğumu hissettim. Büyülü bir edebiyat şöleniydi benim için, herkesin yaşaması ve tatması gereken bir şölen! Yazımı bitirirken hepinizi hasretle kucaklıyorum.