Hava kapalı, evin içinde ruhsuz bir hayalet dolaşıyor. Tüm perdeler çekilmiş, içerisi havasız ve karanlık. Üzerimde tüylerimi diken diken eden bir üşüme var. Karanlıkta okuyorum kitapları, korkuyorum...
İkinci kattan altıncı kata, bir koşu çıkıp çatıya ulaşıyorum. Çatalkayalar’a doğru bakıyorum. İçimden, yağmur yağacak, diyorum. Küçükken babam Çatalkayalar’ı gösterip “Bak, orada bulut varsa yağmur yağacak, demektir.” derdi.
İçimdeki hüzün, kendini biraz olsun umuda, karanlık az da olsa bir ışığa bırakıyor. Yağmurdan sonra açacak gökyüzüne ve göreceğim gökkuşağına seviniyorum. Geri dönüp çalışma odama kapanıyorum. Aynaya bakıp soruyorum,
“KİMSİN SEN!”
İçimden tekrarlıyorum:
‘Kimim ben?’
Yalnızlığım bir hayalet gibi evin içinde dolaşıyor. Hava, yağmur bulutları yüzünden iyice karardı. Birazdan gök aşağıya inecek. Annem, çok yağmur yağdığı zaman, hep böyle derdi. “Gök aşağıya indi.”
Yağmur başlıyor. Ama ne yağmur! Sağanak ve gök gürültülü, insanlar sokakta koşuşturmaya başlıyor. Balkonun köşesinde, yere oturuyorum. Yağmur sanki sadece benim üstüme yağıyor. Balkon demirlerinden sallıyorum ayaklarımı, paçalarımdan, binaların borularından dökülen sular gibi yağmur suyu akıyor. Nedenini bilmiyorum, aşağıdaki kasap kocaman bir kova koyup akan suları topluyor. Sadece ümit ediyorum... Tüm korkularımın, hüzünlerimin, mutsuzluğumun bu suyla paçalarımdan akıp gitmesini... Mutlu anlarım olmuştur elbette, hay aksi bir türlü hatırlayamıyorum.
Yorgun ve karanlık bir sabaha uyandım. Mutsuzluğum; buz gibi odanın, soğuk duvarların, radyodaki aklıma ölü insan kokusunu getiren müziğin suçu olabilir. Etrafımdaki insanlar sanki gerçek değil. Toplu iğne batırsam bir damla kanları akmayacak gibi soluk duruyorlar. Zaten sonra hepsi kayboluyorlar. Gülüyorum, sanırım deliriyorum. Kitap okumaya devam ediyorum.
Her şey o kadar ince ayrıntısına kadar yazılmış ki okurken tasvirlerin içinde kayboluyorsunuz. İç dünyası karmaşık ve bir o kadar da karamsar hikâyeler sizi karanlığın ve soğuğun dibine çekiyor. Şimdi korkmuyorum. İlginç bir cesaretle okumaya devam ediyorum. Hikâyenin beni götüreceği yeri merak ediyorum.
Hikâye bitiyor. Oysa hikâyenin, umarım bitmez, dediğim yerindeydim. Her güzel şey gibi bu da bitti.
Kapı çalınıyor. Arkadaşım, elinde son sayısını çıkardığı dergisiyle içeriye giriyor.
“Nasılsın?” diyor.
“Sonbaharın bitişi hep hüzünlendirmiştir beni. Kış, olabildiğince sert ve acımasızca kalbimin duvarını sertleştirirken erken çöken karanlığın depresif durumları kanıma karışıyor. İşte o zaman kendimi yeni yazılmış bir öykünün içinden çıkmış bir karakter gibi yorgun, hüzünlü ve karmaşık hissediyorum.
“Yaz ayındayız sen nelerden bahsediyorsun, iyi misin?”
“Kadınlar ölüyor kardeşim, kadınlar… Sokaklar soğuk, acımasız, nefret rüzgârları esiyor. Kadınları öldürülen bir ülkede yaşıyorsan nasıl iyi olabilirsin”
Yaz bitti, kış geldi. Hepimizin kalbi üşüdü, kanı dondu yine, oysa daha sonbaharı yaşayacaktık.