Kadınların korkusuz yaşama hakkı, en temel insan haklarındandır.
Kadına yönelik şiddet ve katliamlar, korkusuz yaşama hakkını ortadan kaldıran “barbarlık”tır, insan hakları ihlalidir.
Her yıl giderek artan kadın cinayetlerinin önlenememesi; toplumda umutsuzluğu ve “nefret”i artırıyor, “öfke”yi körüklüyor.
Her kadın cinayeti arkasında bir toplumsal yara, gözü dönmüşlük, öksüz kalan çocuklar, dağılan yuvalar, kabaran öfke bırakıyor.
Kadına yönelik cinayetlerin, katliamların önlenmesi bir yana; her yıl artarak devam ediyor, neredeyse her gün bir kadın “erkek şiddet”iyle yaşamdan koparılıyor.
2002’de işlenen kadın cinayeti 66 iken, 2019’da 474 kadın cinayete kurban gidiyor.
2020 yılında 300 kadın öldürülüyor, 171 kadın da “şüpheli” ölü bulunuyor.
2021 yılında da 280 kadın katlediliyor, 217 kadın da “şüphe”li şekilde ölü bulunuyor.
Buna karşılık; kadınları koruyan, devlete, hükümetlere görev ve sorumluluk yükleyen İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı 2011’de, kadın cinayetlerinde bir azalma görülüyor; o yıl 163 kadın cinayete kurban gidiyor.
Ancak; hangi nedenle olduğu bilinmiyor; Türkiye; bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıyor.
Katillerin profillerine baktığımızda kadın cinayetlerinin faillerinin eşi, eski eşi, nişanlısı, sevgilisi, babası, erkek kardeşi, ya da bir tanıdığı olduğunu görüyoruz.
Bu arada; “töre cinayetleri”ne kurban giden kadınlar da kanayan ayrı bir toplumsal yaradır.
Ayrıca; yargı mekanizması, kadın cinayetleri konusunda kendisinden beklenen “caydırıcı adalet”i uygulamadığı gibi, katilin cezasını hafifletmek için “iyi hal indirimi”ne gidiyor.
Gelinen noktada; her bir kadına yönelik cinayetten sonra söylem geliştirmek yerine, etkili önlemlerin alınması gerekir.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDEN NEDEN ÇIKILDI?
İstanbul Sözleşmesi’nin 3 temel amacı var:
1-)Kadın-erkek eşitliğini sağlamak.
2-)Kadının korunması.
3-) Kadına yönelik şiddetin önlenmesi.
İstanbul Sözleşmesi; temelde “kadına bakış”ın felsefesini oluşturuyor, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, kadının korunması ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi konularında devlete ve hükümetlere görev ve sorumluluk yüklüyor.
Bu arada; toplum olarak biz de kadınları koruyamıyoruz, cinsiyet eşitliği konusunda yeterli duyarlılığı gösteremiyoruz.
Devlet ve yargı mekanizması ile toplumun, kadına yönelik cinayetlerin önlenmesi konusunda yeterli ölçüde caydırıcı olmadığı görülüyor.
Öte yandan; kadın-erkek eşitliği bağlamında kadınların siyasette, istihdamda ve kamu yönetiminde eşit temsili konularında gelişmiş Batı ülkelerinden gerideyiz.
Bu durum; uygar Türkiye imajını gölgeliyor.
Nüfusumuzun yarısı kadındır.
Toplumlar iki kanatlı kuşa benzer, tek kanatla uçamaz.
Bu nedenle; devlet ve toplum olarak kadına bakışımızı “mutlak eşitlik” olarak anlamalıyız.
Sonuç olarak: İstanbul Sözleşmesi; hem kadını yaşatır hem de kadın-erkek eşitliği konusunda taraf ülke yönetimlerine görev ve sorumluluk yükler.