IMF heyetinin Eylül ayında Türkiye’ye geleceği ve yılsonuna kadar Türkiye hakkında bir rapor hazırlayacağı öne sürüldü. IMF heyetinin Türkiye ziyareti, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından istendiği iddia ediliyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı yetkilileri ise iddiaları reddetti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık hedef alarak ‘artık borç veriyoruz’ dediği, seçim öncesi muhalefeti “bunlar IMF’ci” diyerek hedef gösterdiği hatırlanacak olursa, Bakanlığın “misafirlik” tanımı inandırıcı olmuyor.
Bir yanda ekonomide enkazı inşa eden Cumhur İttifakı diğer tarafta “reel ekonomi” denilerek burjuva iktisadın yasalarına kurtuluş atfeden muhalefet görünümlü bir kamplaşma eşliğinde, IMF’e dair yorumlar yapılıyor. Cumhur İttifakı’nın IMF’e dümen kıracağı ihtimalleri tartışılırken, sözde muhalifler “kutsal- reel ekonomi adına, bu hamleyi yapmakta geç kaldık” çığlıkları atıyor.
IMF'nin; tarihimizde oldukça uzun geçmişe dayalı bir yeri, toplumun hafızasında “kemer sıkma” ile özdeşleştiği düşünülünce, IMF’in geleceğine dair iddialar halk içerisinde endişeye neden oluyor, olmalıdır. 1980'deki 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi ile IMF sürecine giden yolun döşendiği unutulmamalıdır. "IMF gözetimi", "yapısal uyum" gibi süslü laflarla sürdürülen bu sürece elbette, Türkiye'nin egemen sınıflarının ve farklı siyasi yapıların gönüllü ve aktif katılımı geçmişte olduğu gibi bugün de olacaktır.
IMF denetimi ve gözetiminde geçen 1998-2008 yılları arasında neler yaşandığını hatırlamakta fayda olacağı açık. Bağımsız Sosyal Bilimciler o dönemin IMF politikalarını şu şekilde özetliyordu:
*Uluslararası ve yerli finans sermayesine sermaye hareketleri üzerine sınırsız serbestlik güvencesi sağlayarak, yüksek finansal getiri sunmak;
*İşgücü piyasalarını kuralsızlaştırmak ve esnekleştirme yöntemiyle ucuz işgücü deposu haline dönüştürerek katma değeri düşük teknolojilerde uzmanlaşmak ve sanayisini uluslararası şirketlerin taşeronu olarak geliştirmek;
*Üretimde ithal girdi kullanma ve ithal mal tüketme eğiliminin kuvvetlenmesine izin vererek, finansmanı esas itibariyle spekülatif sermaye tarafından sağlanan bir ucuz ithalat
cennetine dönüşmek;
*Kamu hizmetlerini ticarileştirerek vatandaşları "müşteriye", kamu hizmeti üreten kurumları "ticari işletmeye" dönüştürmek;
*Kamu iktisadi kuruluşlarını yerli ve uluslararası özel sermaye şirketlerine doğrudan yabancı sermaye cezbetmek uğruna yok pahasına satmak;
*Etkin ve demokratik yönetim, "iyi yönetişim" söylemleriyle, aslında tüm toplumu ilgilendiren stratejik, ekonomik ve siyasal kararların alınmasını ve uygulanmasını demokratik denetim mekanizmalarının dışına çıkarırken, devletin neoliberal anlayışa uygun bir biçimde yeniden yapılandırılmasında toplumun desteğini sağlamaya çalışmak.
Türkiye’de sermaye partilerinin IMF tarihçesi esas olarak, devlet bütçesini sermaye sınıfının gelirlerini korumak ve ekonomik krizin maliyetini emekçi halkın üzerine yıkmak amacıyla kullanmaktır. 1980’li yıllardan itibaren Türkiye'nin iktisadi ve siyasi bağımsızlığını ve işçi, emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedefleyen bu ve türevi saldırılar geçtiğimiz yıllardan bugüne sermaye açısından zaferlerle doludur. “Dış güçler” denilerek iç politikayı dizayn eden AKP’nin bu “utangaç” görüşmeleri de “ha şöyle reel ekonomi bunu gerektirir. İktidar dersini aldı” diyen çarpık muhalefet biçimi de aynı oranda tehlikelidir.
Vergileri silinen, rekor üstüne rekor kıran Türkiye sermayesinin ve hükümetinin ortaya çıkardığı sorunlar yığınını, işçi ve emekçilerin üzerine yıkmak istiyorlar. Vergi kesintileri, zamlar, özelleştirme politikaları ile “reel ekonominin” kapısını aralayan Mehmet Şimşek ve iktidarın, eşitlemek için demiyorum ama IMF’li veya IMF’siz yapacağı icraatlar, halk için daha fazla yoksulluk anlamına gelecektir. Düzen muhalefetinin de IMF politikalarına, “dünya ile uyum” zırvası ile yeşil ışık yakması geç olmayacaktır.