Oy oranı her geçen gün düşen iktidar kötü gidişatı engellemek için çırpınıyor. Yönetme yeteneğini kaybeden birçok iktidarın yaptığı gibi son çare olarak da dine sarılıyor. Kendisi tamamen dünyevi bir aygıt olan iktidarın toplumun geri kalanına “öbür dünyayı” adres gösterdiği mucizevî bir örtü din. Tarihin ilk dönemlerinden bu yana iktidarların kullanmayı sevdiği ve genelde işlerin kötüyü gittiği dönemde sarılınan bir örtü. AKP iktidarının siyasal İslamcı kimliği bilinmeyen bir şey değildi elbette ama başta ekonomi olmak üzere işlerin iyi gittiği dönemde bu yönlerini çok da gözüne sokmamışlardı toplumun. Belki de zamanının gelmediğini düşünüyorlardı. Hatta yetmez ama evetçi birçok liberali kendi gemilerine binmeyi ikna etmişlerdi.
Ancak 2018’de içine girilen ve bir daha da çıkılamayan ekonomik krizin etkileri derinleştikçe zaten sakil duran modernlik maskesinin tamamen çıkarılıp din eliyle toplum yaşamını düzenleme çabasının da her geçen gün arttığını görüyoruz.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte milletvekillerinin hatta bakanların bile etkisizleştiği bu süreçte tek bir ismin önemi gittikçe artmaya başladı. Sesi her geçen gün daha fazla duyulur oldu. Bu isim Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş. Ekonomik krizden işçi haklarına, sosyal medyadan dinin toplumsal alandaki etkisinin artmasına kadar neredeyse her konuda bir fikir beyan etmeye başladı. Yargıtay açılışındaki dua sahnesine Devlet Bahçeli’nin de desteğini alışına bakılırsa AKP ile birlikte Cumhur İttifakı’nın da desteği ve onayıyla bu açıklamaları yaptığı artık gizlenemez bir gerçek durumunda. Anlaşılıyor ki ekonomik ve siyasal krizlerle baş edemeyen Cumhur İttifakı artık dini gündelik alanda çok daha fazla kullanacak. Brezilya’dan Polonya’ya, Macaristan’dan Afganistan’a dünyanın içine girdiği gericilik iklimi ve uluslararası sermayenin kendi çıkarına dokunmadığı sürece bu gericilikle uzlaşması da iktidarın işini kolaylaştıran ve cesaret veren bir başka etken.
Din, siyaset ve laiklik meselesi elbette sadece bugünün meselesi değil. Özellikle Refah Parti’sinin yükselişiyle toplumda gelişen laiklik hassasiyeti ordu ve ulusalcı kesimler eliyle başta 28 Şubat süreci olmak üzere istismar edilince “laikçi teyzeleri” dışarıda tutarsak toplumun ilerici ve demokrat kesimleri laiklik mücadelesine biraz mesafeli durdu. Laiklik mücadelesini ulusalcıların istismar etmesini fırsat bilen Refah ve devamında AKP ile temsil edilen siyasal İslam, laiklik mücadelesini bir takım militarist ve elitist kesimlerin hassasiyeti olarak lanse ederek gerçek bağlamından kopardı. Bu süreçteki en büyük destekçileri yine liberaller olacaktı.
Oysaki laiklik mücadelesi işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi kesimler için olmazsa olmaz bir mücadeledir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın toplumsal meselelere müdahale ettiği ilk hutbelerinden birisinde işçilerin patronlara karşı mücadelesinin günah olduğundan bahsedilmiştir. Yoksulluk ve açlık artıkça topluma sükûnet telkin etmek de yine Cuma hutbelerinin olmazsa olmazları arasındadır. Kadınların çalışmayıp evde oturması erkeğe bağımlı bir hayat sürmesi, gençlerin elindeki tek eğlence ve itiraz alanı olan sosyal medyanın yasaklanmaya çalışılması hepsi asıl olarak emekçileri hedef alan uygulamalardır. Bugün dini yasalarla yönetilen hiçbir ülkede işçilerin hak araması mümkün değildir. Birkaçı dışında sendika kurmak yasaktır. İran gibi güçlü sendikal gelenekleri olan ülkelerde bile devletin izni dışında sendikal faaliyet yürütmek neredeyse imkânsızdır. Arabistan ve Emirlikler örneğinde gördüğümüz üzere o ülkelerin şeriatla yönetilmesi asker sivil zengin zümreyi çok etkilememektedir. Ellerindeki imkânlar sayesinde bu kesimler New York, Londra gibi dünyanın merkezlerinde laikliğin her türlü nimetlerinden faydalanmaktadır. İçerisinde alkol olduğu için kolonya satılmasının yasaklandığı bu ülkelerin prensleri, prensesleri alkolün su gibi aktığı Avrupa’daki jet sosyete partilerinin müdavimleri arasındalar. Bizim ülkemizde de durum farksızdır. İçeride AKP’ye destek veren “yerli ve milli” burjuvalarımız her fırsatta soluğu yurtdışında alarak günleri gün etmektedirler. Bu yüzden iktidar propagandasının aksine laiklik, “yalısında viskisini yudumlayan“ burjuvaların talebi değil asıl olarak emekçilerin talebidir. Çünkü emekçilerin canları isteyince uçağa atlayıp gidebilecekleri, vatandaşlık haklarına sahip oldukları ikinci bir ülke yoktur. Büyük Alman yazar ve şair Bertolt Brecht “adalet halkın ekmeğidir” demişti. Aynı adalet gibi laiklik ile de eve giren ekmek arasında, özgürce alınan nefes arasında dolaysız bir bağ vardır. Eve giren ekmeğinin daha da küçülmesini istemeyen işçiler, emekçiler ve örgütlü oldukları sendikalar laiklik mücadelesine de omuz vermek zorundadırlar. Ayrıca yalnız ücret mücadelesiyle yetinen emekçinin o ücreti de kazanamadığı yüzlerce yıllık işçi sınıfı tarihinde binlerce kez görülmüştür.