Hepimiz en az bir kez taşınmışızdır. Bunun nasıl bir telaş olduğunu anlatmaya sanırım gerek yok. Geçen pazar, dördüncü taşınma telaşımı da atlattım. Çalışma odam eskisinden daha büyük olduğu için yıllardır her taşınmada kolilerde bekleyen kitapları (Her seferinde bu koli miktarı artıyordu) açma fırsatı buldum. Nedendir bilinmez yeni kolileri değil de eskileri açma dürtüsü uyandı içimde. En eski koliyle başladım işe.
İlk açtığım kolinin başında tam iki saat geçirdim. Her kitap beni eski bir fotoğrafa bakıyormuşçasına o günlere götürdü. İlk elime gelen kitap, sevgilime hediye etmek için İletişim Kitabevi’nden aldığım, o zamanlar Bilgi Yayınevi’nden çıkan, Attilâ İlhan’ın “Bela Çiçeği” kitabıydı.
Peki, kitap neden mi bende?
O gün ilk defa bir kadın terk etmişti beni. Çok geçmeden İzmir’in sağanak yağmuruna tutuldum. O zamanlar kâğıt poşetleri vardı kitabevlerinin, bu yüzden kitap hafif ıslandı. Yağmurun altında ıslak, üzgün ve yağmurluğumun altında “Bela Çiçeği”yle kalakalmıştım. Kitabın ıslanan yeri hâlâ kabarık duruyor.
Sadece fotoğraflarda anımsayacağınız karelerdir bunlar. Doğum günü fotoğrafı, bir gezi karesi, arkadaşlarla gidilen eğlence mekânında yakalanmış bir an... Çoğu mutluluğumuzun fotoğrafı, kaçımız mutsuz anlarımızı karelere sığdırdık acaba? Ben hiç yapmamışım ya da yapmadığımı sanıyordum. Kitaplarım bana bu mutlu/mutsuz anlarımı hatırlattı. Üstelik fotoğraflardan daha korkunçtu. Çünkü bir anı değil bir dönemi/dönemleri hatırlattıkları için.
Üçüncü koliyi açmıştım ki gözyaşlarımı tutamadım. Oysa nasıl bir dünyada yaşıyorsam/yaşıyorsak birbirimizden nasıl böyle kopabiliyor, hiç yokmuş, yaşamamış gibi davranabiliyorduk. Bodrum’da yaşadığım iki yıllık zamanda orada tanışıp arkadaş olduğum yaşlı teyzenin verdiği kitap, gözümün önünde duruyordu. Oysa ben onu, bu kitaplarla beraber koliye nasıl gömmüşüm! Kitabı, Bodrum’dan İzmir’e dönmeden iki gün önce vermişti. Dönüşümden bir hafta sonra öldü. Kitabı hiç okumadım/okuyamadım. Belki de unutmak istediğim onun ölümüydü. Bana verdiği, Kürşat Başar’ın, Afa Yayınları’ndan çıkan, “Konuştuğumuz Gibi Uzaklara” kitabıydı.
Yaşam bizi alıp götürüyor, haberimiz bile olmuyor. Eski fotoğraflarda, unuttuğumuz yüzlerle karşılaşıyoruz. Uzun zaman aynı odayı paylaştığımız arkadaşlarımızı bile unutuyoruz.
Saatler gece yarısını gösteriyordu. O kadar koli içinden sadece yedi tanesini açabilmiştim. Her kolinin içinden çıkan bir kitap, beni geçmişe götürüyor. Unuttuğum dostların/arkadaşların hayatlarını bırakıyorlardı birer toz zerreciği gibi avuçlarıma.
Tüm dostlarla buluştum o gece; inanın hiçbiri soru sormadı, yargılamadı. Sadece kendilerini hatırlattılar. Sessizce ve derinden…
Kitaplar eski fotoğraflar gibidir, demiştim ya. Yanlış söyledim. Kitaplar bizim eski dostlarımız…