Maviye olan tutkusu, vazgeçilmez vapurları, denizi, gecekonduları, balıkçıları, kıyıdakileri ve Çingeneleriyle hep İzmir’in ve mavinin ressamı olarak bilindi Ahmet Rüştü Doğan. Hangi konuyu işlerse işlesin resimlerinde hep mavi ve tonlarını görürüz. Bir de duvar dibine dayanmış, sanki sahibi biraz sonra gelip binecekmiş gibi duran bisikletleriyle çocukluğumuzun öykülerini anlatır. Sanatçı çocukluğumuzun bisikletlerini şöyle anlatıyor: “O bisikletler benim çocukluğumun bir simgesidir. Hep bir bisikletimin olmasını istemişimdir. Çok yoksul olduğumuz için bisiklete sahip olmak benim için bir rüyaydı. Çocukluğumda, bisikleti olan bir çocuk bana binmem için bisikletini verdi. Büyük bir heyecanla binmeye çalıştım ama acemi olduğum için bir süre sonra düştüm. Bisikletin sahibi olan çocuk büyük bir kızgınlıkla bisikletini alıp gitti. Ben de hem düşmenin acısı hem de bisikletin elimden alınmasıyla çocuğun uzaklaşmasını gözyaşlarıyla izledim. Sonra tekrar bisiklete binmeye korktum ve bir daha binemedim. İçimde hep bir bisiklet özlemi kaldı. O nedenle, bütün resimlerimde bir bisiklet vardır. Şimdi benim yerime onlara başkaları biniyor.”
Yoksulluğun karartamadığı iyi bir kalbe, kirlenmemiş temiz bir algıya sahip Ahmet Rüştü Doğan. Bütün bu resimler, karanlıktan aydınlığa içindeki iyilik, doğruluk ve resim aşkıyla çıkan bir insanın hikayesini anlatıyor. En çaresiz zamanlarda bile okumaya, kitaba ve boyalarına sıkı sıkıya sarılan bir çocuğun hayallerinin nasıl gerçeğe dönüştürdüğünü adım adım görüyoruz. Tek bir cümleyle kısaca özetlenen bu yolculuk o kadar basit ve kolay kat edilmedi. Birçok kişinin yarı yolda vazgeçip bırakacağı noktalarda direnen bir ressam var karşımızda. Üstelik elinde, hayalleri, inancı ve resim aşkından başka hiçbir şey yokken inadına direnmek delilik değildir de nedir? Yani ustalığın verdiği basitliğe ulaşmak o kadar da kolay olmamış.
“Dikili'de sergi açtığımda, Demirtaş Ceyhun geldi. ‘Resimler, söylemek istediğini çok net söylüyor, insanı hiç yormuyor’ demişti. Yani bu, ‘bir şey aramaya gerek yok. Herkesi doyurabiliyor, kafasındaki bütün imgelemleri yükleyebiliyor. Az şeyle, çok şey çağrıştırıyor’ anlamına geliyor. Sanatın en zor işi de budur. En basiti verebilmek. Basit bir şekilde çok şey anlatabiliyorsan, çok güçlü bir resim dilin var demektir. Mesela, Anton Çehov çok güçlü hikayeler anlatır ama dili çok sadedir. İşte ben de o sadeliği yakalamaya çalışıyorum, çok fazla süsten ayırıp temel olanı içinde barındırdığı zenginlikle vermeye çalışıyorum. Ortaya güzel şeyler çıkıyor sanıyorum. Yaptıklarımı seviyorum.”
İzmir aşığı bir ressam yaşadığı kentten beslenirken 50 yıldan geriye kalanları tuvaline yansıtıyor. “Millet olarak bizim bir geçmiş belleğimiz yok. Elimizdeki güzellikleri korumayı bilmiyoruz. Sanki her yeni şey çok güzelmiş gibi algılanıyor. Her yenilik çok iyi değil. Elimizdekinin değerini ancak kaybettikten sonra anlıyoruz. Mesela, ben çocukluğumun İzmir’ini çok arıyorum. Bütün bozulmuşluğuna rağmen, İzmir’i hala çok seviyorum.” Sanatçının bütün hayatını verdiği resimleri önümüzdeki günlerde İzmir Resim Heykel Müzesi’nde sergilenecek. İzmir’in çocukluğunuzda kalan renklerini, dokusunu ve masalsı hikayelerini tablolarda görmek istiyorsanız gözünüz ve kulağınız Resim Heykel Müzesi’nde olsun.