Yüksek merdivenli bir bahçe girişi ve tarihi tahta kapı… Merdivenlerden usulca çıkıp kapıyı araladığımda, güneş henüz yeni doğarken, yemyeşil bir kara parçası, üç yanı denizlerle çevrili ve toprağı insan kokuyor. Türkiye Cumhuriyeti: 1923’te Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulmuş, gücünü ulustan alan, laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti.

Ülkemizin içinde bulunduğu durum ve karışıklıkları izleyen eskimeyen gündemler; bitip tükenmeyen olumsuzluklar ve toplumumuzda açılan derin yaralar bizleri her geçen gün daha da karamsarlaştırırken umutlarımızın hiçbir zaman yok olmaması, geleceğe hep parıltılı gözlerle bakmamız gereken günlerdeyiz. İzmir’den Ankara’ya gittiğim 2004 Eylül’ünden bu yana katıldığım onca söyleşi, panel vb. hep bana bir şeyler yapılması gerektiğini düşündürdü ama ne yapacağım, nerden başlamam ve yola çıkarken nelere dikkat etmem gerektiği hiç söylenmedi. Uzun zaman düşündükten sonra aslında yıllar önce bir kitapta, en başından, neler yapılması gerektiğinin yazılmış ve ölümsüzleştirilmiş olduğunu fark ettim. Atatürk, Söylev’inde Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kurulduğu, kazanımların nasıl elde edildiği ile birlikte bu değerlerin nasıl korunacağının mesajını da vermiş satır aralarında, gençleri göstererek. İşte bu yüce enerjinin gönlümde oluşturduğu derin sevgi ve saygı ile düşünmeye başladım.

*   *   *

İnsan doğduktan hemen sonra öğrenmeye, hayatı tanımaya başlar. Daha bebekken annemizin, babamızın çıkardığı sesleri örnek alıp taklit ederiz. Öğrenme süreci hemen ertesinde uygulama ve böylece bilgiyi pekiştirme olarak çıkıverir karşımıza. Öğrendikçe daha çok sorgularız, elde ettiğimiz bilgileri deneyerek yeni bilgilere ulaşırız. Öğrenme ile gelen hareketlilik bilgiye ulaştıkça dallanıp budaklanır ve gün geçtikçe büyür, daha çok şey öğreniriz. İnsan, eğitim sürecinde öğrenme, sorgulamaya dayalı olduğu zaman bilgi üretimi ve paylaşımı sınır tanımaz. Sorgulamacı yaklaşım hata yapmaya engel olur. Doğru bilgiye ulaşmak kolaylaşır. Dikkat eksikliği ve bilgiye güvensizlik ortadan kalkar.

Son yıllarda karşımıza çıkan en büyük ve temel sorun eğitim. Nedenini bir önceki bölümde dolaylı olarak anlattım. Sorgulamayı eğitim sisteminden uzaklaştırdığımız zaman bilgiye ulaşmanın zayıfladığı gibi elde edilmiş bilgilerin de hatalar nedeniyle yok olduğunu görüyoruz. Cumhuriyet’in ilân edildiği ilk yıllarda ekonomik ve siyasi durum şu an yaşadığımızdan daha karışıktı. Ancak ülke geleneklerinden esinlenerek oluşturulmuş, halkın kabul edebileceği ve iç hareketliliğin göz önünde bulundurularak hazırlanmış bir eğitim sistemi ile on yılda büyük kazanımlar elde edilmiş, en küçük yerleşim yerleri bile atlanmadan eğitim seferberliğine katılmış, Halkevleri ile toplumsal birlikteliğin güçlendirilmesi ve bilginin yayılması, akıllarda sorgulamanın egemen olması sağlanmıştır. Bugün yapmamız gereken de budur. Nüfusun ve hareketliliğin çok arttığı bu günlerde, çok zamana gereksinimimiz olsa da küçük, sağlam adımlarla başlayarak hedefe ulaşmak mümkündür. Hedef: okuyan, araştıran, sorgulayan toplum!

Yıl 2006: Küner’de Bir Yaz Mevsimi

İzmir’in Menderes İlçesi’nin zengin ve kalabalık bir köyünde başladım yolculuğa. İlk gün sırtımda çantam, içi kitap dolu, elimde bir şişe su, İzmir’in en sıcak günlerinden birinde güneş tepemde gittim Küner’e. Köy meydanında, bütün köylerde olduğu gibi bir kahvehane ve amcalar, dedeler oturmuşlar sohbet ediyorlar çaylarını yudumlarken. Gittim oturdum boş bir tahta sandalyeye. Aramızda geçen konuşmayı aynen aktarıyorum:

Amca: Oğlum, hoş geldiniz, buralı mısın? Kimlerdensin?

Ben: Hoş bulduk, ben buralı değilim amca, İzmir’den geldim. Sizler buralsınız değil mi?

Amca: He ya, buralıyız.

Ben: Neler yapıyorsunuz, bağ, bahçeyle ilgileniyor musunuz?

Amca: Uğraşırız ya, sabah erken gideriz, sıcakta gittik mi beynimiz sulanır. Akşamüstü de dolaşır toplarız yine olmuş mahsülü. Siz ne iş yaparsınız delikanlı? Bir isteğiniz mi vardı?

Ben: Öğrenciyim ben, yok bir isteğim, yaz tatilinde burada sizlerle tanışıp, çocuklarınızla, torunlarınızla kitap okumak, onlara üniversitenin ne olduğunu anlatmak istiyorum. Okumanın çok önemli olduğunu, ilerde mesleğimiz ne olursa olsun kitap okumamız gerektiğini anlatacağım. İsterlerse derslerinde de yardımcı olabilirim. ODTÜ’de okuyorum ben Ankara’da.

Amca: (Herkes şaşkın, amca da ağzı açık, sevinçli gözlerle bakar.) İyi iyi, ne güzel, okumak çok önemli, okusun çocuklarımız…(Herkes onaylar.)

Ben: Sizler de bana yardımcı olursunuz değil mi bu çalışmaları uygularken, hep birlikte güzel bir yaz geçirelim, biz çocuklarla birlikte size bağ, bahçede de yardımcı olu…

Amca: (Amca sözümü keser.) Delikanlı, bir şey soracağım ama yanlış anlamazsan, bütün bunları ne kadara yapacaksın?

---

İşte paranın akıllarla egemen olduğu toplumun bir göstergesi… İnsanlar her şeyin paraya dayandığını, parasız yaşamın mümkün olmadığını benimsemiş ve bu doğrultuda onlar için yapılabilecek her şeye “para” vermenin gerektiğini düşünüyorlar. Dayanışma ruhunun zayıfladığı, omuz omuza durmaktan çok bireyciliğe doğru gittiğimizin küçük bir örneği.

---

Ben: Ne parası amca, ben gönüllüyüm sizler için, Atatürk ne demiş bilmez misiniz? “Köylü milletin efendisidir.” Sizler bu köyde yaşayanlar olarak İzmir’de yaşayan benim efendimsiniz. Sizler toprağı işlemeseniz ben her sabah domatesi, salatalığı nereden bulurum. Akşam annem nasıl yemek hazırlar sebzeleri yetiştirmeseniz, hayvanları otlatmasanız, büyütmeseniz. Sizler benim efendimsiniz, ben de efendilerim için gönüllüyüm. Sizler için, geleceğimiz için buradayım.

Amca: Sağ ol oğlum, çok şaşırdık biz. Hep buraya gelirler bir şeyler satmaya, biz de onlar gibi sandıktı seni, kusurumuza bakmazsın artık.

Ben: Ne kusuru amca, bizleri bu duruma getirenlerin kusuruna bakalım.

* * *

İlk tanışma böyle başladı. O yaz, çok başka bir yazdı benim için. Hayatımda ilk kez bir şeyler ürettiğimi hissettim. Vatanım için kendi olanaklarımla çalıştım, Künerli kardeşlerimle kitap okumanın, söyleşmenin içimde oluşturduğu hazzın keyfini çıkardım. Sıcak İzmir’de, tendeki sıcaklığın yürekleri ısıtmasını ve dayanışmanın içimizdeki ölümsüzlüğünü yaşadım.