İzmir’de yayın yaşamını uzun yıllar sürdüren Dönemeç dergisi henüz kapanmamıştı. Ben o zamanlar hem orada hem başında Attilâ İlhan’ın bulunduğu Cönk adlı derginin Tele-İzmir köşesinde yazıyordum.
Dönemeç’in sahibi ve sorumlu yönetmeni Hüseyin Yurttaş’la birlikte üstadı Cağaloğlu’ndaki Cönk bürosunda ziyaret edip uzun uzun konuştuk. Tarih, 1 Ekim 1989. Salonun ortasındaki uzun masada üçümüzün yanı sıra Ülkü Karaosmanoğlu, Alev Alatlı, Piraye Şengel ve Esra Zeynep vardı. Bir süre şakalaşıp hoş beş ettikten, İzmir haberlerini geçtikten sonra havanın yumuşamasını fırsat bilip meraklarımı gidermek istedim. O zamanlar şimdiki yaşımın yarısı kadar olduğum için umarım acemiliğimi siz de hoş görürsünüz.
“Duyduğuma göre siz Bıçağın Ucu adlı romanınızı altı kez yazıp değiştirmişsiniz” dedim, “Doğru mu bu?”
Küçücük gülümsedi. “Yok öyle bir şey” dedi usulca. “Yavaşlı, ben her gün bir sayfa yazarım. Yani bildiğin bir A-4 sayfası. Ama mutlaka yazarım. Bu da yılda 360 sayfa eder. Nasıl, sence yeterli mi?”
Şaşırdım tabii. Onun birçoğumuza abartılı gelecek kadar sıkı bir disiplinle çalıştığını, aşırı denecek kadar dakik olduğunu duymuştum, biliyordum. Durumu kurtarmak için konuyu değiştirdim: “Filan dergide” dedim, “İzmir’de yaşayan bir şair şiirlerinizle ilgili uzun bir ‘eleştiri’ yazısı yazdı. Görmüşseniz fikrinizi almak isterim.”
Kahkahayı işte o zaman patlattı: “Aferin aferin,” dedi, “zeki çocukmuş.”
Hepsi bu kadar mı? Evet, hepsi bu kadar: “Aferin, zeki çocukmuş.”
“Özellikle romanlarınızda” dedim ama gerisini getirmekte biraz zorlandım. “Romanlarınızda birçoğumuzun adlarını bile bilmediği içkilerin adları geçiyor. Doğal olarak herkes, sizin sıkı bir içici olduğunuzu, roman kahramanlarınızın cinsel tercihlerine bakarak yurtdışındayken onları yakından tanımış olabileceğinizi söylüyor. Ne dersiniz?”
Bu sorum üzerine masadaki herkes uzun süre güldü. Bu arada çaylar tazelendi, içimizden bazıları sigaralarını tazelediler, derken üstat Attilâ İlhan, koluma şöyle bir dokundu: “Sence Agatha Christie katil miydi Yavaşlı!” diye sordu. Sormadı da yazarların yapıtlarında adres arayanlara anlamlı bir ders vermiş oldu. Ardından, ezberde kalmayacak, hayatın içinden gelmeyen masa başı şiirleri için “Çekiver kuyruklarını gitsin!” dediğini hatırlıyorum. İkinci Yeni diye adlandırdığımız şiir anlayışına neden karşı çıktığını, zaten zamanın da onu haklı çıkardığını belirtti. Bir ara 40 Kuşağından söz etti: “Onlar, gardiyanların burunlarının dibinde yazdılar o şiirleri, romanları” dedi.
Disiplinli, dakik yaşamıyla örnekti. Haa, öyle külhani şiirler yazmıştı ama hayatı boyunca ne sigara içmişti, ne de içki. İzmir’deki yıllarından adlarını belleğinde tuttuğu Onur Şenli, Çınar Çığ, Aydın Yalkut adlı şairlerin disiplinli çalışmadıkları için şiirden koptuklarını, ısrar etselerdi iyi birer şair olabileceklerini belirtti. “Aydınımızın, özellikle de şu bizim edebiyat tayfasının iki büyük kusuru var” dedi bir ara, “biri kültürsüzlük, diğeri alkol… Okumuyorlar. Divan edebiyatını, halk edebiyatını küçümsüyorlar. Meyhanelerde haddinden fazla zaman harcıyorlar.”
Uzun bir kanyonda coşkun bir şekilde akan ırmağa benzettiğim sohbetimizde bana en acı gelen sözü, bir vesile ile “meyyus bir papağan gibi” mırıldandı: “Yavaşlı, benim önümdeki zaman, arkamdaki zaman kadar değil, ona göre.”
Nitekim 10 Ekim 1989 akşamı telefonunu ısrarla çaldırmama karşın işte o yüzden açmadı, açamadı. Çünkü “an gelmişti” ve yine onun deyişiyle “tel kopmuştu.”
Şiirimizin Kaptan’ı “bizi koyup gitti” evet!