17 Ağustos depreminde, tüm ülke seferber olmuş, herkes elinden geldiği kadar yardım etmeye çalışıyordu. O dönem İletişim Kitabevi’nde çalışıyordum. Fergül Yücel bir kamyon ayarladı. Hepimiz kıyafet, yiyecek, tuvalet kâğıdı, aklınıza ne gelirse topluyorduk. Kitabevi’nin her yeri kolilerle doldu. Ferda arkadaşımızın kurduğu Gökkuşağı oyuncuları grubu ile çocuk oyunları oynuyorduk. Depremin yaraları yavaş yavaş sarılmaya başladığı dönemlerde kurtulanlar ülkenin çeşitli yerlerinde konuk ediliyorlardı. Bu yerler genellikle devletin yazlık kampları oluyordu. Yanlış hatırlamıyorsam birkaç kez “Miğfer” oyunu ile bu kamplarda çocuklara oyunu sergiledik. Bir gün çocukların çok olduğu bir bölgeye palyaço olarak gidelim dediler. Ben palyaço olarak Ebru Erez, Ferda Ülker ve Fergül Yücel hanım bir arabaya doluştuk soluğu kampta aldık.
Her zaman ki gibi yanımıza boya kalemi, boyama kitabı ve hikâye kitapları aldık. Ben onları sepete dolduruyordum. Çoluk çocuk, büyük küçük demeden dağıtıyordum. Arabadan indik muhtar bizi karşıladı. Kıyafet ve makyaj için küçük bir odaya girdik. Ebru güzelce makyajımı yaptı. Muhtar tüm ailelere önceden haber vermiş, çocuğu biraz eğlensin bu felaketin acısını kendileri de biraz unutsun diye çocuklar kadar büyükler de ilgi gösteriyordu.
Çocukları toparladım. Oyunlar oynamaya başladık. Herkes eğleniyor. Sesimizi duyan geliyor. Sadece çocuklar değil, plastik sandalyesini alan genç yaşlı etrafımızı sarıyordu. Etrafımda kahkaha atan çocuklar, büyükler… Ben sağa sola elimdeki boyama kitabı, kalemleri, hikâye kitaplarını dağıtıyorum. O kadar çok getirmişiz ki, ikişer ikişer veriyorum bitmiyor. Ferda eliyle büyükleri işaret ediyor. Onlara ver anlamında…
Yaşlı bir teyzeye takılıyor gözüm, ben gösteriye başladığım an elinde plastik sandalyesiyle gelip oturdu. Ne gülüyor, ne katılıyor sadece boşluğa bakar gibi yüzüme bakıyor. Ne zaman onun olduğu yöne baksam göz göze geliyoruz. Sabit hiç gözlerini kaçırmıyor. Ferda’nın işaretiyle ailelerin arasına dalıyorum. Önüme gelen herkese setleri dağıtıyor bir yandan da çocuklara “Yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş ben satarım…” diyerek eşlik ediyorum. Büyükler çocuklardan daha çok bağırıyor. Bütün kamp inliyor. Yağ satarım bal satarım ustam ölmüş…
Yaşlı teyzenin yanına geliyorum. Elimdeki setlerden birini uzatıyorum. Çok merak ediyorum teyzeyi, yüzünde tüm yaşanmışlığının izlerini barındırıyor sanki, bilge biri gibi duruyor ve öyle oturuyor plastik sandalyenin üstünde, istemem anlamında başını salladı.
“Teyzecim al, çocuğuna verirsin”
“İstemem”
“Torununa verirsin”
“İstemem evladım” orada sorulmayacak tek soruyu sordum.
“Neden?”
“Oğlum herkesi, her şeyimi kaybettim. Bir tek ben kaldım”
İşte o an tüm sesler kesildi. Tüylerim diken diken oldu. Ne söyleyeceğimi bilemedim.
“Sizin için ne yapabilirim”
“Siz o kadar güzel insanlarsınız ki bu kadar insanı mutlu ettiniz. Daha ne yapacaksınız”
“Kusura bakmayın” diyecek oldum.
“Evladım, benim acımı kimse dindiremez”
Kalabalığın içinden geçip uzunca bir süre kafamın içinde bu cümleyle dolaştım.
Gösteriyi bitirdikten sonra makyajımı temizleyip, üstümü değiştirirken dışarıdan muhtarın küçük oğlunun sesini duyuyordum.
“Arkadaşlar gelin, PALYANÇO babamın tanıdığı sizi tanıştırayım.”