50 yıl önce evlerinden ekmeğin izini sürmek için çıkan işçiler Türkiye tarihinin en büyük işçi direnişinin altına imza atacaklarını bilmeden omuz omuza verip tutuştular kavgaya. Alınlarından süzülen tere el koymasın diye birileri, yedi tepeli şehrin dört bir yanından coşkuyla akan nehirler gibi yürümeye başladılar. Sokak sokak, cadde cadde ördüler dayanışmanın ve mücadele etmenin gururunu. Şairin dediği gibi “bir yürüyüş eylediler” ki emeğin hakkını verdiler, tarihe kocaman harflerle bir not düştüler. Tutuklandılar, dövüldüler, öldürüldüler “kavganın şehrinin” sokaklarında. O şehir ki saltanatların sürülüp, yerle bir olduğu günlere tanıklık etmiş, ihaneti görmüş, esareti yaşamış, yanmış, yıkılmış, kendinden çalınanlar için kavgaya tutuşmuş tarihin her döneminde. O zamanlar yeşile bezenmiş yedi tepesi bugün betona gömülmüş olsa da yaşadığı tahribattan daha büyük umutları koynunda saklayan o kadim şehrin sokakları insanlığın yenilgilerine olduğu kadar zaferlerine de şahitlik etmiş hep.
O büyük direnişten onlarca yıl sonra bu kez Gezi’nin coşkusuyla dolan sokaklar kentlerin teslim olmama, razı gelmeme özelliklerini bir bir anlattı dünyaya. Yine bir Haziran sıcağında kim bilir kaçıncı kez umut sardı dört bir yanı. Oyun oynayan çocuklar gibi şendi herkes ve heyecanla çıktılar evlerinden. Cesaret ve umudu kuşanıp kentlerine ve yaşamlarına sahip çıktı bir kez daha insanlık. Berkin’in vurulduğu sokak belki de onlarca yıl önce 15-16 Haziran’da yoksul işçilerin yürüyüşleriyle de gururlanmıştı. Ve belki bundan yıllar sonra o sokaklar yeni zaferleri, görkemli yürüyüşleri de buyur edecek kapılarından içeri.
Şimdi kentlerin sokaklarında insanlığın yaşama dair umutlarının yanı başında en olmaz denilen işler de yaşanıyor şüphesiz. İyiyle kötünün, gerçekle yanılsamanın arasındaki bitmez çelişki, sokaklara aydınlığın olduğu kadar karanlığın da notunu düşüyor. Ve biz o notlarda büyük işçi direnişlerini de üç kuruşluk önlemler alınmadığı için yitirilen işçi yaşamlarını da okuyoruz mesela. Kentleri yağmalayıp betona gömenleri de görüyoruz, üç beş ağaç için can verenleri de…
Bugünlerde bir yandan Koronavirüs üzerinden normalleşme tartışmaları sürerken bir yandan da kentler ve o kentlerin insanları hem siyasal hem de sosyal anlamda yönetenlerin ve ekonomi çarkından payın büyüğünü alanların normlarına bağlanmaya çalışılıyor. Bu bir kısmı yazılı olmayan kurallar olağanlaştırılarak milyonlarca insanın “yeni” olana uyumu sağlanıyor. Tarif edilen şey eskisinden beter bir “yeni” mi olacak herkes tedirginlikle beklerken son on beş yirmi yılda yaratılan “yeni” insan modeli de bu yazılı olmayan tanımlamalar üzerinden “normal insan” modeli olarak önümüze seriliyor. Devrin bir cefası olarak yine bugünlerin belirlenmiş kurallarına ve değer saydığı karanlığa uyumlu “normal insan”, bayağılığın sıradanlaşmasından aldığı cesaretle her istediğini söyleyip, her aklına eseni yaparak gelecek güzel zamanlar için daha fazla umuda ihtiyacımız olduğunu kanıtlıyor her geçen gün. Hal böyleyken insanlık da, heybesinde yeni umutlar biriktirmeye devam ediyor bir yandan. Tarih de insanlığa, siyasette vasatın da gerisine düşen yöntem ve söylemlerin etkisiyle, bir kadının bedeni üzerinden en kirli özelliklerini dışa vuranların, insana zulmedenlerin, alın terine el koyanların, halkın yoksulluğunu kendi zenginliklerinin koşulu sayanların kentlerin sokaklarında bugüne dek yeşeren umutlardan nasibini alacağının garantisini veriyor.