Neleri kaybetmeyi göze alabilirsiniz?
Sevgilinizi, dostunuzu, annenizi, babanızı, kardeşinizi… Kendi yaşamınızı… Ölmek… Sevmek… Sevgilinizden ayrıldığınızda hissettiğiniz, aklınıza gelen ilk duygu nedir? Ölüm… İntihar… Kaçımız ölümü geçirmedik içimizden, çoğu zaman yok saydığımız bir duygu ölüm… Bu nedenle mezarlıklarımız hep yaşadığımız, nefes aldığımız, eğlendiğimiz mekânların çok uzağında değil midir? Öleceğini bilip de hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan tek canlı biz değil miyiz?
Ölüm, ölmek hep ilgimi çekmiştir; bir türlü öteleyemediğim bir olgudur ölüm. Beynimin bir köşesinde durur ve hep uyanık tutar beni.
Ölüm üzerine okuduğum ilk kitap Natalie Babbitt’in “Ölümsüz Aile”siydi. Çocuklar için yazılmış olmasına rağmen keyifle okumuştum. Kitapta, ölümsüz olan bir ailenin başından geçen olaylar anlatılıyordu.
Yıllar sonra Jose Saramago’nun “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” kitabı geçti elime. Anlatılan ülkede, ölüm, o güne kadar yerine getirdiği görevini bırakmıştır. O ülkede artık kimse ölmez, herkes mutluluk içindedir. Bir zaman sonra bu mutluluk yerini mutsuzluğa, hayal kırıklığına ve kaosa bırakır. Ölümsüzlük aslında bir bakıma zamanın durması değil midir? İnsanoğlunun yüzyıllardır üzerinde çalıştığı ölümsüzlüğü bulma telaşı, bana hep boş gelmiştir.
Ölümsüz olduğunuzu düşünün… Ya sonra?
Elias Canetti’nin “Ölüm Üzerine” kitabında yazdığı şu cümle belki de benim ölüme bakışımı değiştirmiştir çünkü yazar, ölüme kendi üslubuyla korkusuzca, alaycı bir tavırla yaklaşmış, şu cümleleri sarf etmiştir:
“Pascal otuz dokuzuna kadar yaşadı, ben otuz yediyim. Onun kaderiyle hesaplarsak benim temiz iki yılım daha var. Ne acele! Eğer günün birinde olacaksa demek ki olacak – kesinlikle olacaksa, o zaman elimde sarı kurşunkalemle ölüme karşı yazdığım tehditkâr bir sözcüğün başında ölmek isterim.”
Aklınızdan ölümsüz olmak geçiyorsa bahsettiğim kitapları okuyun.
Size bir sır vereyim, “Secret” ya da Osho’nun kitaplarında bulamayacağınız bir sır: Her şeyi bir tarafa bırakın ve dönüp tekrar çocuk kitapları okumaya başlayın. İçinizdeki çocuğu ancak o zaman canlı tutabilirsiniz. Koca koca adamlar/ kadınlar, çocuk kitabı okuyor diye bırakın ayıplasınlar sizi.
Kısa ve öz yaşamalıyız belki de. Bunu söylerken de otuz beş kırk yaşlarında ölelim, cesedimiz yakışıklı/güzel olsun ironisinden çok (ki bu benim için bir ironidir) yaşarken tüm hayatım uzun bir film şeridi gibi değil de kısa, öz, anlamlı olsun isterim.
“Zaman diye bir şey yoktur.” der Michael Ende, “Momo” isimli kitabında ve devam eder: “Zaman diye bir şey olsaydı hapishanedeki bir insanla eğlenen bir insanın geçirdiği bir saat aynı olurdu. Oysa hapishanedeki insan için bir saat geçmek bilmezken eğlenen insan o bir saatin nasıl geçtiğini anlamaz.”
Yazıda kısa ve öz olanı tercih ettim hep. Okuyanı sıkmayan, laf ebeliği yapmayan yazılar yazmak, olayları bir roman edasıyla uzun uzun değil de bir öykü kıvraklığıyla kısa ve öz anlatmak istedim. Sanırım şu iki anı, düşüncemi tam olarak yansıtıyor:
Bir gazete Ahmet Rasim’e teklif götürmüş:
“Bizde yazar mısınız?”
Ahmet Rasim kabul etmiş. Sormuşlar: “Hocam, kaç para istersin?”
Ahmet Rasim şöyle bir düşünmüş, “Kısa yazarsam beş altın, uzun yazarsam üç altın!” demiş.
***
Askerliğini yapmakta olan bir genç, babasına mektup yazmış. Tam beş sayfa! Sonuna da not düşmüş: “Baba, kusura bakma, vaktim yoktu uzun yazdım.”
Sanırım benim vaktim çok, keşke hayatımızda her şey kısa, öz ve anlamlı olsa. Nasıl ve ne kadar yaşarsam yaşayayım ölmeden önce yara bereyle dolu bir ruha ve kalbe sahip olacağım.