Yıllar önce bir cumartesi akşamı, yoğun iş temposunun ve öldürmeyip süründüren sıcağın ardından yorgun argın, geç bir saatte kendimi eve, klimalı çalışma odama atmayı düşünüyordum ki sessizce açtığım kapının arkasında o saatte yatağında olması gereken kızımla göz göze geldik. Ellerini göğsünde bağlamış, o hin bakışıyla içimi delip geçiyordu. Bu bakışı iyi bilirim; bu, yandın Efe bakışıydı. Yedi yaşında olmasına rağmen pabuç kadar dili olan kızımın gecenin o saatinde neler anlatacağını merakla beklerken ilk soruyu yapıştırdım.
“Ne bekliyorsun burada?” demeye kalmadı, o da cevabı yapıştırdı:
“Odanın önünde sence neyi bekliyorumdur?”
‘Offff!’ dedim. ‘Dakika bir, gol bir.’ Kendimi, dünya kupasında golü yiyen takımın kalecisi gibi hissettim. Laf dalaşına girmeden,
“Söyle bakalım seni bu saate kadar ayakta tutan nedir?” dedim, demez olaydım.
“Hazır mısın?”
“Neye?”
“Duyacaklarına!”
“Hadi, ne istiyorsan söyle, ecel terleri döktürme bana.”
“Baba, bana köpek al!”
İşte o, “baba”yla başlayan nağmeli, cilveli, biraz da işveli cümle beni; köpeklerin kovaladığı İzmir Gültepe semtinin caddelerine, ısırdığı çıkmaz sokaklarına, geceleri geçtiğim geriye dönüşü/ kaçışı olmayan ama illa ki girmek zorunda olduğum, umarım karşıdan köpek gelmez diye düşünerek içimden dua ettiğim dar sokaklarına götürdü. Tüm çocukluğum birkaç saniye içinde film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Bu anlar, kızımın umurunda bile değildi.
“Baba, sana söylüyorum, bana köpek al! Duymuyor musun?”
Duyuyordum, duyuyordum da işime gelmiyordu. Çünkü kızım benim köpekten ne kadar çok korktuğumu, kedilere alerjim olduğunu ve uzun süre onlarla birlikte kaldığımda rahatsızlandığımı bilmiyordu. Odanın kapısına yöneldim.
“Bir şey daha var… Ama kızmak, cezalandırmak yok tamam mı?” dedi. İçimden bir oh çektim. Kesin bir yaramazlık yapmıştır. Bunu kullanmalıydım. Tabii ki ceza olarak da bu fikrinden vazgeçirmeyi düşündüm.
“Ne istiyorsun söyle, kızmak yok ama ceza için söz veremem.” Şöyle bir süzdü beni:
“Kitaplarını biraz dağıttım.”
“Ne yaptın? Seninle ne anlaşmıştık, sadece kendi kitaplarının olduğu bölümü kullanacaktın?”
Bu kararı; NTV Yayınlarından çıkan, görsel bir şölen olan; Nuri Bilge Ceylan’ın, çoğunluğunu “İklimler” filmi için mekân ararken çektiği, 2003-2009 yılları arasında tamamlanan, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden 97 panoramik fotoğraftan oluşan “Sinemaskop Türkiye” kitabını, bakmak için yerinden kaldırıp cildini dağıttıktan sonra almıştık. Üstelik kitap, İngilizce-Türkçe olarak, sadece bin adet ve numaralı basılmıştı.
Odanın kapısını açıp içeriye daldım. Bir de ne göreyim: Kitapların hepsi birbirine girmiş!
Kızıma dönüp, “Söyler misin, ne aradın sen burada?” dediğimde başını öne eğdi, dudağını büktü,
“Kızdın mı?” dedi. Bu duruşa babalar hiç dayanamaz, yelkenlerini hemen suya indirir.
“Hayır, kızmadım da... Sen ne aradın kitapların içinde?”
Küçük elleriyle (Hâlâ o küçücük elleriyle o devasa “Sinemaskop Türkiye” kitabını nasıl kaldırdığını ya da kaldırmaya çalıştığını anlamış değilim.) çalışma masasının üzerindeki kitabı kucaklayıp getirdi:
“Bunu aradım.”
İşte kardeşim, “Kızın/çocuğun var mı, derdin var.” diye boşuna söylememişler. Kitabı görür görmez bastım kahkahayı. Küçük elleriyle tuttuğu, Dino Buzzati’nin “Tanrı Görmüş Köpek”kitabıydı.
Bu kitabı okuyalı, sanırım on yıl olmuştur. Öykülerden oluşan kitapta Buzatti; insan olarak zayıflıklarımızı, çelişkilerimizi, hepimizin dönem dönem ortak paydamız olan yalnızlığımızı, çoğumuzun gerçekleşmese de tükenmeyen umutlarımızı anlatıyordu. Daha okuma yazması olmayan kızım için uygun bir kitap değildi. Biraz şaşırmış, biraz tuhaf duygularla,
“Sen bu kitabı ne yapacaksın?” dedim.
“Bu, köpek kitabı işte! Baksana, kapağında köpek var. İçinde hiç resim yok, o yüzden köpeğimi seçemedim. Okur musun bana?”
Kızımı karşıma alıp bu kitabın köpek kitabı olmadığını ama yarın muhakkak içinde köpeklerin fotoğraflarının olduğu bir kitap getireceğimi söyledim.
“Yaşasın!” diyerek odadan tam çıkacaktı ki,
“Bir şey unutmadın mı?” dedim. Bana baktı, odaya baktı, saat kavramı olmamasına rağmen, “Baba odayı toplayamam, bu kitabı on saatte buldum zaten!” diyerek odadan çıktı.
Gözüm, okuyup üzerinde notlar aldığım, okumak için ayırdığım kitapları aradı. Kitaplar ortalıkta görünmüyordu. Ortalığı toplayıp bir yandan da kızımın kulaklarını çınlatırken kısa süre önce okuduğum Ahmet Ümit’in en çok sevdiğim kitabı “Masal Masal İçinde” elime geçti. Çocukların kesinlikle okuması, büyüklerinse okuyup her yerde anlatması gereken bir masal kitabıdır. İç içe geçmiş masalların her biri, sorularla sizi diğer masala yönlendiriyor. Meraklı okur, masalı bitirmeden kitabı elinden bırakamaz.
Kızım, -ne tesadüftür ki- okumak için ayırdığım kitapları bir kenara koymuş! Onlara tekrar bir göz attım.
Ertesi gün, söz verdiğim üzere, kızıma bol fotoğraflı bir köpek kitabı aldım… Köpek mi?
Onun için söz vermedim ki...