Seviyorum uleynnnnnn… Ya siz?
Hayal gücümüz çocukluğumuzun en önemli dayanağıdır. Her şeyi onun üstüne kurarız. Yoksa nasıl çocukça şeyler yapabilirdik.
Biz çocukların okul zamanı en sevdiği şey dağıtılan hediyeler, yiyecekler, içecekler… Bunları sınıfta tüketiyorsak dersi kaynatmak için bulunmaz fırsattı.
“Neden okula gelmedin?”
“Ateşim vardı. Annem göndermedi.”
“Okulda kitap dağıttılar. Öğretmen senin kitabını bana verdi.”
“Ne kitabı?” Çantadan kitabı çıkartıp uzattım. Heceleyerek okumaya başladı.
“Ben Mustafa Kemal, Aydoğan Yavaşlı”
“Okuyup sonra özet çıkaracağız.” O anda mahallenin benim için en güzel kızı yanımızdan geçti.
“Mıstık ben bu kıza âşık oldum”
“Ben anlamam aşk meşk işlerinden, kız arkadaşlarına sorsana.” Beynimde bir şimşek çaktı.
Ertesi gün soluğu kız arkadaşlarımızdan birinin yanında aldım.
“Mahalleye yeni gelen kızı tanıyor musun?”
“Dilber mi?”
“İsmi Dilber mi?”
Vayyy, isme bak, ben daha en başından kaybettim. Bu kız bana asla yüz vermez, diye geçirdim içimden, son cümleyi duyana kadar.
“O bizimle oynamıyor. Bütün gün kitap okuyor.”
İşte, dedim, aradığım fırsat. Eve koşup okuldan verdikleri Ben Mustafa Kemal kitabını aldım, evlerinin yakınında bir yerde durdum. Okumaya başladım. Bir süre sonra evden çıktı. Hiç pas vermeyen kız, elimde Ben Mustafa Kemal kitabını görünce durdu.
“Merhaba… Ben Dilber, senin adın ne?” dedi. Elim ayağım boşaldı. Kardeşim, bir insan bu kadar mı nazik, bu kadar mı kibar olur. Biz olsak,
“Ne okuyon dingil, âlim mi olacaksın?” derdik. İnanın, o an ne dediğimi bilmiyorum ağzımdan şu cümle çıktı:
“Ben Mustafa Kemal…” Kısa bir sessizlik oldu.
“Ben Efe, okuduğum kitap Ben Mustafa Kemal” Gülmeye başladı. O ne güzel gülüştü.
“Bana da verdiler, okuyup bitirince üzerine konuşalım mı?”
“Olur” dedim. Derin hayallere daldım. Arkadaşlarıma, “Sevdik kardeşim, o da beni sevebilir,” diye takıldım.
“Hayal kurma” deyip akıllarınca alaya aldılar beni.
Ödev olarak verilmesine rağmen hiçbir kitabı bu kadar severek, merak ederek okumamıştım. Resmen ezberledim. Yazarı bile kitabı bu kadar ayrıntılı hatırlamıyordur. Bende bir özgüven, bir ukalalık, bir ne oldum deliliği… Uzun sürmedi, iki soru sordu, ne düşünüyorsun diye. Tabii ben oracıkta yığılıp kaldım.
“Nereden buldun bu soruları?”
“Babam edebiyat öğretmeni onunla birlikte hazırladık” dedi. Ben ise soruları Mıstık ve Ali ile hazırlamıştım. Hepsine resmen işkence yaptım. Benimle beraber kitabı ezberlediler. Bizimkiler sürekli “Oğlum bu kız seni çiğ çiğ yer” diyorlardı. Yemin ederim bu sorular yazarının bile aklına gelmemiştir.
Bize en büyük faydası çıkardığımız özet ve okuldaki sınavda oldu. Öğretmen üçümüze “Aferin kitabı iyi okumuşsunuz” dedi. Aydoğan Yavaşlı bizi görseydi ağlardı. Biz kitabı okurken ağladık, Atatürk gözümüzde daha çok büyüdü büyüdü. Tarih kitapları eksik anlatmış onu…
Hayal gücü her şeyi üzerine kurduğumuz temeldir. Yazarken önce biz inanırız. Sonra okur,
“Bu gerçek mi?” diye sorar.
“O zaman siz kaç yaşındaydınız? İmkânsız” der. İnanmaz yazdıklarınıza, oysa bilmiyor ki biz gerçekle hayal arasında gidip geliyoruz. Biz inanmışız bir kere… Bununla ilgili şu hikâyeyi yazmadan edemeyeceğim.
Borges bir hikâyesinde, Ana Britannica’nın bir maddesini anlatıyordu. Buna göre milattan yıllar önce Anadolu’da, Erzurum yakınlarında kurulmuş, şimdi adını unuttuğum bir medeniyet varmış. Kendilerine ait bir matematik anlayışına sahiplermiş. Mesela ikiyi dört gibi yazarlarmış. Borges, uzun uzun bu uygarlığı anlatıyor. Sonra bir gün bir okuru kapısına dayanıyor ve bilmiş bilmiş, “Ben Ana Britannica’yı baştan sona inceledim. Öyle bir madde yok!” diyor.
Borges umursamaz bir tavırla cevap veriyor:
“Hayret, benim evdeki Ana Britannica’da bu madde var!”
Dilber mi? Kitap okumaya devam ediyor. Bense onun da okuması için kitaplar yazıyorum.
Yoksa siz hâlâ okumadınız mı?