1920’lerin ikinci yarısı özellikle İstanbul sanat camiası için bohemlik adına Paris ile New York ile yarışır. Oralarda “Kükreyen Yirmiler” diye anılan günler, savaştan yeni çıkmış, ekonomik olarak kalkınmakta olan, dahası servetin dağıtımını yaşayan kitle üzerinde de kendini gösterir. Bu bohem hayatın merkezlerinden biri Fikret Adil’in Beyoğlu Asmalımescit’teki 47 numaralı apartman dairesidir.
Fikret Adil, o günleri, o günleri geçirdikleri dostlarını “Asmalımescit 74” adlı kitabında isimleri değiştirerek yazar. Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, İbrahim Çallı, Elif Naci, Mesut Cemil kitapta isimleri değiştirilmiş şekilde bulunurlar. Bir de Beyza Hanım’dan bahsedilir. Kitapta bir bölümde mesela şöyle denir: “Beyza Hanımı tanır mısınız? Tanımazsanız tanıyanlara sorun. Pek nefis bir şeydir. Onu tanıyanlara bezginlik, açlık ve uyku tesir etmez. Beyza Hanımın agusuna düşenler ordan ayrılamazlar. Aynı zamanda birçok aşığı vardır. Fakat hiçbiri ötekisini kıskanmaz, onu herkes aynı derecede sever. Greta Gabro bile Beyza Hanıma aşıktır”. Kitap boyunca bu yukarda saydığım isimlerin Beyza Hanım ile nasıl maceralar yaşadıkları anlatılır.
1975 yılına geldiğimizde, Necip Fazıl Kısakürek, “Babıali” kitabında “Beyza Hanım’dan” açıkça bahis eder. “Beyza Hanım efendi meselesi. Beyza Hanımefendi adı ve sanıyla kokain. Küçük bir şişe içinde naftalin gibi pırıl pırıl, ince ve beyaz bir toz. Bu şişenin içine ruhu hapsedilen bir kadındır ve ismi Beyza Hanımefendi. Beyazlığından kinaye. Beyza Hanımefendi’nin etrafında beş kara sevdalı. Eşref Şefik, Fikret Adil, Mesut Cemil, Peyami Safa, Elif Naci.”
Türk sağının temellerini atan bu isimlerin Beyza Hanım’a düşkünlüğünden bi habersiniz muhtemelen. Belki de bu yazıyı okurken ilk defa duydunuz. Hakkınız var, ilgilenmiyoruz bunlarla. Umurumuzda da değil açıkçası. Bizim ilgilendiğimiz başka bir iş var o da Peyami Safa ve Necip Fazıl’ın karıştığı, Adnan Menderes hükümetinin “örtülü ödeneğinden” aldıkları para ile bu işleri yapmış olmaları. Yassıada mahkemelerinde yargılanmalarını sağlayan iş de bu örtülü ödenek parasıydı, devletin parasını alıp, hükümet için propaganda yaptıklarının ortaya çıkmasıydı. Zira Necip Fazıl mektuplarında Menderes’e şöyle seslenir: "Müsteşar Bey'den 2500 lira ve 'Mecmuanı çıkar da görelim ve sonra yardım edelim' cevabı aldım. İlk defa bir itimatsızlık sezer gibiyim. Ben parayı alır da mecmuayı mı çıkarmam veya çıkarırım da uygunsuz bir istikamet mi tutarım? Ben ki her şeyi uğrunuza riske etmiş, her defa mükemmel eseri vermiş ve bu kadar tecrübe ve çileden geçmiş bir adamım. Şahsım, kalbim ve kalemim her türlü teminatın üzerindedir.”
O sıralarda, insanlar idrarlarını gaz lambalarında yakıp geceleyin görmeye çalışırlarken, Necip Fazıl kalemini satarak devletten para alır. Zenginleşir, artan parasını kumarda harcar. Bizim derdimiz her zaman bu oldu. Yassıada mahkemelerinde de ahlaksızlığı değil, kazandığı para soruldu. Kimsenin neler yaşadığına, neler yaptığına karışmadık, devleti dolandırmasına, haksız kazanç elde etmesine, sırf devlette bazı kişilere, bazı kurumlara yakın oldukları için halk acı çekerken keyiflerinin yerinde olmasına takıldık. Bugün de öyleyiz. Devleti dolandırmanın, haksız kazanç almanın suç olmadığı ama burna enfiye çekmenin suç addedildiği bir devirde hala aynı yerdeyiz. Garibanın parasının hesabının peşinde o gün de durduk, bugün de duracağız.