Geçenlerde şair bir dostumla telefonda vedalaşırken beni Urla’daki evinde ağırlamak ve bilmem kaç bin kitaplık kütüphanesini gezdirmek istediğini söyledi.
Kütüphaneler gezilir mi demeyin, gezilir. Kitapların sırtlarını okurken o zamana değin hiç görmediğiniz yerleri gezer, hiç tanımadığınız insanlarla tanışır ya da tanıdıklarınızla yeniden karşılaşırsınız.
Alberto Manguel’in YKY’de çıkan (Çev: Cem Akaş) Borges’in Evinde adlı kitabına getirmek istiyorum sözü. Bizim edebiyatımızda da var mıdır bu tip kitaplar; bilmiyorum. Ama olmalı. Yakınında olma şansını yakaladığım Tarık Dursun K.’nın kitaplığında sözgelimi roman ya da deneme türü kitaplardan çok sinema sanatıyla ilgili kitaplar vardı. Manguel de Borges’in kitaplığında sanıldığından da fazla polisiye kitapların varlığından söz ediyor.
Alberto Manguel, Borges’in evinde bulunduğu zamanlarda hiçbir ayrıntıyı kaçırmamış, desem yanlış olmaz. Hangi durumda hangi tavrı takındığından tutalım, dostluklarından, kendisiyle yapılan söyleşilerden, kitap seçimlerinden uzun uzun bahsediyor. “Borges, tanıdığı yazarlardan söz ederken onların arkadaşı olarak değil, okuru olarak konuşuyor daha çok. Dostluğun dünyasında bile okurluk rolü ağır basıyor. Yazarlık değil, okurluk. Okurun, yazarın işini devraldığına inanıyor.” (51)
Manguel, Borges’in aptallığa hiçbir zaman katlanamadığını, kalın kafalı bir profesörle tartıştıktan sonra kafası çalışan bir sahtekârla konuşmayı tercih ettiğini belirtiyor. Yeri gelmişken benim de ilgimi çeken şu anısına da değinmeden edemeyeceğim: “Bazen aklına bir anısı geliyor, benden çok kendini eğlendirmek için bir hikâye anlatmaya başlıyor ve itirafla bitiriyor. Yüzyıl başında Buenos Aires’teki bıçakçıların ‘cesaret kültü’ olarak adlandırdığı kurallarından söz ederken, Sato adında profesyonel bir silahşoru anımsıyor Borges, bir gün han sahibi ona, kasabada aynı adı taşıyan başka bir adam daha olduğunu söylüyor. Bu diğeri, bir aslan terbiyecisi, bir gösteri için oralara gelmiş gezgin bir sirkin üyesi. Sato, aslan terbiyecisinin içki içtiği bara girip adama adını soruyor. ‘Sato’ diyor aslan terbiyecisi. ‘Buradaki tek Sato benim’ diyor silahşor, ‘bir bıçak al, dışarı gel.’ Dehşete kapılan aslan terbiyecisi buna uymak zorunda kalıyor ve hakkında hiçbir şey bilmediği kurallar yüzünden öldürülüyor. ‘Bu hikâyeyi çalıp’ diyor Borges, ‘Güney adlı öykümün sonunda kullandım.’” (29-30)
Manguel, Borges’in moda olan edebiyat kuramlarına hiç tahammül edemediğini, özellikle Fransız edebiyatını, kitapları değil de okulları ve çevreleri öne çıkarmakla suçladığını belirtiyor. “Borges için gerçeğin çekirdeği kitaplarıydı; kitap okumakta, kitap yazmakta, kitaplar hakkında konuşmaktaydı” diye ekliyor. Alberto Manguel’in tanık olduğu bir başka anı da şu: “Borges, ziyaretçilerine Kipling’in kütüphanesinde (Borges görmüştü bu kütüphaneyi) garip bir şekilde daha çok edebiyat dışı kitapların bulunduğunu, Asya ve özellikle Hindistan ile ilgili tarih ve gezi kitaplarının yer aldığını anlatırdı. Kipling’in başka şair ve yazarların yapıtlarına gereksinim duymadığı, kendi yazdıklarının ona yettiği sonucunu çıkarmıştı Borges. Onun içinse durum tam tersiydi: Kendini her şeyden önce bir okur olarak görüyordu ve çevresinde de bulunmasını istediği şey, başkalarının kitaplarıydı.” (22)
Bizde kendini yazar olmaktan çok okur olarak gören kaç kişi var dersiniz?