Çocuklar beni çok sever. Arkadaşlarımın, komşularımın çocukları için benim yanım eğlenceli bir etkinlik alanı.

Çünkü burada kendi evlerinde yasak olan çoğu şey serbest. Şike yapıyorum yani.

Bir de çok komikler, beni gerçekten çok güldürüyorlar. Ben yaptıklarına söylediklerine güldükçe onlar da eğleniyor, iyice şova giriyorlar. Çocuk neşesi, enerjisi çok iyi geliyor bana. Tabii sonra evlerine dönmeleri en güzel yanı… En iyi, en zahmetsiz çocuk arkadaşının çocuğu :)

***

Dün de yine minnoş bir misafirim vardı. Sürekli sorular soruyor, sohbet ediyoruz.

Bir ara dedi ki “Öncel teyze sen hangi hayvan olmak isterdin?”

Ben de hiç düşünmeden, “Martı” dedim. Bir aslan burcu bir kadını olarak herkesin “Aslan” dememi beklediğini biliyorum. Ama hayır, ben martı dedim. Neden mi?

- Çünkü bütün hayatları deniz kıyısında geçiyor.

- Çok cesurlar, biraz da kavgacı. Onlar gökyüzünün sokak çocukları. Deniz kıyılarının gangsterleri demeye dilim varmadı, yumuşattım. Hanım ağalık bana hiç uzak değil.

- Uçuyorlar daha ne olsun.

- Ve işte en güzeli; her gün taze balık yiyorlar yahu ötesi var mı?

 ***

Şimdi diyeceksiniz ki sen zaten deniz kıyısında yaşıyorsun. Balıksa salık, iyotsa iyot…. Öyle değil işte…

Ve gelelim bu yazının asıl konusuna…

Deniz kıyısında yaşamanın verdiği huzur OK!

İyot kokusunu içine çekmek OK!

Ama işte ancak cebindeki paran kadar özgür ve keyiflisin.

Çeşme’nin berrak sularına karşı, dalgaların ritmine eşlik eden martıların şarkısını dinlerken, birçoğumuz için dışarıda balık yemek artık sadece bir hayal.

Türkiye’de dışarıda yemek yemenin maliyeti son bir yılda yüzde 92 arttı.

Bir zamanlar haftada iki kez gittiğim restoranlara artık gitsem de eskisi gibi her masada bir tanıdık yüz göremeyeceğim. Çünkü bu ülkede artık parasının hesabını bilmeyecek kadar zenginler ve biz geliri sabit olan sefiller kaldık.

Maaşlarımız artan yaşam maliyetlerinin yanında güneşte kalmış dondurma gibi eridi gitti.

***

Çeşme gibi bir sahil kasabasında yaşamak, birçok insan için bir rüya gibi, eyvallah. Anadan babadan kalma ev nedeniyle bir şekilde bu şansı elde etmiş insanlarız.

Ancak bu rüya, dışarıda bir balık ziyafeti çekmek için cüzdanınızın derinliklerine dalmak zorunda kalıyorsanız kabusa dönüşüyor.

Sorun sadece balık yiyememek değil, aslında daha büyük bir sorunun yüzeydeki yansıması bu.

Gelir düzeyi ve yaşam maliyetleri arasındaki makas giderek açılıyor ve bu durum, sadece mutfak masraflarımızı değil, yaşam kalitemizi de etkiliyor.

Pazara gidiyorum ya pazara. Perşembeleri Ilıca ya da Cumartesi Alaçatı pazarına.

Peynirsiz 1000, peynirli 2000, balıklı 3000 liraya çıkıyorum. Sebze meyve tezgahlarında ne alırsan 100 zaten!

***

Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede, deniz kenarında yaşayan biri olarak dışarıda balık yemek, artık lüks bir anı olarak hafızamda yer alıyor.

Sahil kasabasında yaşamanın tadını çıkarmak, sadece manzarayı seyretmekle sınırlı kalıyor.

Çözüm, kendi mutfağımızda balık pişirmek de değil. (Ki o da çok pahalı.)

Ayrıca bunu niye kabul edelim ki? Dünyanın başka yerinde sıradan bir keyif iken deniz kıyısında yaşayan bir toplum olarak, denizin bize sunduğu lezzetleri dışarıda, dostlarımızla, güneşin batışını izlerken tatmak bizim için de yaşamın en basit zevklerinden biri olmalı.

***

Sözün özü rezilliğe bak; artık taze balık yemek istediğimde martılara özeniyorum.

“Ekonomiyi en iyi ben bilirim ben!” diyen malum ekonomistimiz yüzünden martılar gibi özgürce uçup, denizin nimetlerinden faydalanabilmeyi dilemekten başka çaremiz kalmadı.

Ve ben bu duruma giderek daha çok isyan ediyorum!