Bugün arife, yarın bayram... “Nerede o eski bayramlar” dediğinizi duyar gibiyim, aslında nerede o eski güzel insanlar demeliyiz. Çevrenize şöyle bir bakın değişen sadece bayramlar mı? Farkında değilsiniz belki ama asıl değişen insanlığımız. Yaşar Kemal’in dediği gibi “O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın...”
Bayramdan bayrama alınan kıyafet ve ayakkabılar saflığımızın, güzel kalbimizin göstergesidir.
Okulda ayakkabı dağıtılacak, öğretmen çaktırmadan hepimizin ayakkabısına bakıyor. Önce herkese yalandan sordu; “Kimin ayakkabıları boyalı değil?” Hepimiz safız parmak kaldırdık. Boyayı kim kaybetmiş biz bulalım. Okuldan sonra boyacılık yapan Mıstık bile bırakın bizim mahalleyi, iki tane kahve var onlara bile uğramıyor.
Öğretmenimiz tek tek sıraları dolaşıyor. Görmesin diye ayağımdaki yırtık ayakkabılarımı sıranın altına gizlemeye çalışıyorum. Aslında boya hikâye…
Teneffüste yasak olduğu için kimsenin gitmediği okulun kömürlüğünün arkasında açtığımız çukurlarla gugur oynuyoruz. Tosun Ahmet bizi ütüyor. Keskin nişancı ayı, Mıstık ile ben içimizden ağır küfürler ediyoruz. Dudak hareketlerimizden anlaşılıyor. Ali dua ediyor, ıskalasın vurmasın diye… Tosun zehirli gugura girmiş hepimizi birer birer haklıyor. Gafliklerimiz gidecek diye Ali ben Mıstık ağlamaklıyız hepimizin gözleri dolmuş, Tosun Ahmet’in ise cepleri… Ayı ayağa kalkamıyor, cebindeki meşeler onu aşağıya çekiyor. Birden köşeden müdür çıktı. Ne yaptığımıza bakmadan, “Çocuklar buraya gelin!” dedi.
Meşeleri yuttuk soluğu yanında aldık. Bir asker edasıyla, “Emredin müdürüm” dedim. Bunlar olurken Tosun ortalarda yok. Göz ucuyla baktım, meşeleri cebinden çıkarıp toprağa gömüyor.
Müdür bizi şöyle bir süzdü, sol tarafta duran kamyonu göstererek, “Abilerinize yardım edin” dedi. Koşarak kolilerden taşımaya başladık. İçlerinde ne olduğunu merak ediyorduk. Kutuların üzerinde sadece numaralar yazıyordu. Ne olduğunu gösteren herhangi bir fotoğraf yoktu. Öğretmenlerden biri müdürle konuşurken kulak misafiri oldum.
“Öğretmenim nedir bu kutular?”
“Yoksul çocuklara dağıtalım diye ayakkabı göndermişler”
“Bu okulda durumu iyi olan öğrenci var mı?”
“Sorun da bu işte, istediğim sayının yarısı bile gelmemiş”
Bizimkilerin yanına koştum, “Oğlum ayakkabı varmış bunların içinde.” Ali atladı hemen, “Öğretmenlere mi dağıtacaklarmış?”
“Hayır bize, ama az gelmiş herkese vermeyeceklermiş”
Sayılı geldiği için öğretmenimiz gerçekten ihtiyacı olanları belirlemeye çalışıyor. Ali benim ayakkabılarımın durumunu bildiği için ısrarla parmak kaldır diye işaret ediyor. Ben ise içimizde en çok ihtiyacı olan okula terlikle gidip gelen Mıstık’ı gösteriyorum, yine de beni el kol ve göz işaretleriyle tehdit ediyor öğretmene söylerim diye... Sakın, teneffüste kafanı patlatırım anlamında yumruğumu kafama vuruyorum. Hemen anlıyor, vazgeçiyor.
Öğretmen benim olduğum sıraya geldi. “Oğlum, ayakkabılarını göster bakayım” dedi. Sıranın arkasından utana sıkıla öne doğru uzattım. Parçalanmış asker botlarını görünce şaşırdı, kulağıma eğilip sessizce, “Son ders öğretmenler odasına gel” dedi.
Ayağa kalkıp kulağına sessizce, “Öğretmenim hafta sonu babam bana ayakkabı alacak, Mustafa’nın ihtiyacı var” dedim.
“Tamam, ikiniz birlikte gelin” dedi.
Son ders zili çaldı. Ali bana dönüp, “Mıstık ile ayakkabıları almaya gidiyor musunuz?”
“Saçmalama ne işimiz var utanırız biz gidemeyiz”
“Oğlum deli misiniz? Ayakkabılarınızın haline bak, Mıstık’ın ayağında ayakkabı bile yok, kışın ortasında terlikle gidip geliyor. Üstelik annesinin terliğiyle…” Elimle ağzını kapattım,
“Mıstık ve ben kömürlüğün arkasına gugur oynamaya gidiyoruz. Tosun bizi bekliyor. Gelecek misin?”
“Ben eve gidiyorum. Annem bekliyor”
“Sen bilirsin”
Uzun koridoru geçerken öğretmenler odasının önünde kuyruk oluşmaya başlamıştı. Ne kadar gizli yapılsa da herkes o sıraya girenlerin ayakkabı alacağını biliyordu. Aslında utanılacak bir şey değildi. Çocuk aklımız, gururumuz, ayaklarımız o sıraya girmemizi engelliyordu.
Tosun Ahmet koşa koşa meşe oynadığımız yere geldi. Pis pis sırıtıyordu.
Çukurları tekrar açtık, Ahmet meşelerini gömdüğü yerden çıkardı. Oynamaya başladık. Ayakkabıda değil ama meşede şansımız dönmeye başlamıştı. Ali bizi sattı diye düşünüyordum.
İki saat sonra Tosun Ahmet tüm meşelerini bize kaybetmişti. Mıstık ile iki yüz on meşeyi yüz beş yüz beş ayırıp torbalara doldurduk. Okulun çıkışına doğru yürürken ellerinde kutularla mutlu mutlu eve giden arkadaşlarımız birer ikişer yanımızdan geçiyorlardı.
Tam büyük kapıdan çıkmak üzereydik ki, arkamızdan bir gürültü koptu. Ali bağıra çağıra koşarak yanımıza geldi. Elindeki ayakkabı kutusunu Mıstık’a uzattı.
“İki saattir sıradayım şimdi alabildim” dedi.
Mıstık ile birbirimize baktık. Gözümüzde yaş gönlümüzde pişmanlık Ali’ye sarıldık. Evlerimize doğru dağılırken her birimizde yetmişer tane meşe vardı…
Bu akşam ayakkabısıyla uyuyacak tüm çocuklara iyi bayramlar.