İnsan yoğunluğundan yürümekte zorlandığımız Alsancak sokakları bomboş, yağmur yağdı yağacak, sabah olmasına rağmen hava karanlık, hani böyle bulut geçişleri olur arada güneş ışınları ince ince süzülerek toprağa ulaşır. Hiç heveslenmeyin koca koca kara bulutların arasından güneş görünmüyor. Hızlı adımlarla kitabevine doğru gidiyorum. Şemsiye kullanmayı hiç sevmem içimden yağmur bastırırsa koşma planları yapıyorum. İşte tam o sırada gök yarıldı iri iri yağmur yağıyor. Biraz koştuktan sonra baktım olacak gibi değil bir dükkânın tentesinin altında beklemeye başlıyorum. Hafif dinen yağmuru fark edip koşar adam kendimi kitabevine attım. Arkamdan kargocu girdi. Paketi elime tutuşturdu. Geldiği hızda gitti. Küçük koliyi açtım içinden “Hayatın Değeri Uzun Yaşanmasından Değil, İyi Yaşanmasından / Montaigne / Destek Yayınları” maşallah dedim içimden paragraf gibi kitap ismi, hazırlayan Yılmaz Şener yazıyordu. Kitaplar eski fotoğraflar gibidir benim için, alır geçmişin bir köşesine bırakır.
İlkokul dördüncü sınıfa gidiyorum. Bir çerezcide iş buldum, ilk defa o yaz çalışmaya başlayacağım. Çalıştığım dükkân sahibine (Benim ustam olur kendisi, o zaman patron kavramını daha bilmiyorum. Bana öğretilen üç statü var çırak, kalfa, usta) Herkes Fıstık Ahmet diye hitap ediyor. Bana daha önce çocukluğunda kahvehanelerde fıstık ve sigara sattığını anlatmıştı. Bu nedenle kendisine Fıstık Ahmet dediklerini düşünüyordum. İki hafta sonra nedeninin bu olmadığını öğrendim. Sabah dükkânı açtık. Asma bir katımız vardı beni oraya çıkardı kocaman mavi bir leğeni aşağıya indirtti. Annemin çamaşır yıkadığı leğenlere benziyordu. Bir çuvaldan fıstığı içine boca etti. Bir yerden un bir yerden kaya tuzu çıkardı. Bana döndü,
“Kerata hiç fıstık kavrulurken gördün mü?” Leğen, un, tuz, fıstık, kavurmak? Bunlar bana uzak sözcüklerdi. Türkçe dersinde hoca bu kelimelerde bir cümle kurun deseydi aklıma hiçbir şey gelmedi. Hayır anlamında kafamı salladım. Gülerek,
“İzle o zaman dedi” Fıstığı suyla ıslatıp biraz karıştırdıktan sonra üstüne unu boca etti. Tekrar su, karıştırmaya devam un fıstığın üzerine yapıştı hafif ıslak işte tam o an kaya tuzunu ekleyip hafif ıslak olan una tuzun yapışmasını sağladı. Bir süre daha elleriyle karıştırdıktan sonra, işin iki püf noktası var biri karıştırırken diğeri pişirirken iki üç yıl sonra kendimi fıstık, kabak çekirdeği kavururken buldum. Meslek sırrı şimdi burada söylenmez.
Fıstığı hazırladıktan sonra pişirme tavalarının altını yakıp, her tavanın içine gazete kağıdı serdi. Belli miktarlarda tavalara fıstığı koydu. Yarım saat sonra o güzelim fıstığın kokusunu duyan mahalleli “Fıstık Ahmet, kokuttun yine ortalığı mis gibi” diyerek dükkanın önünde çıkacak taze kavrulmuş fıstığı almak için sıraya girmeye başlarlardı. Kuyruk o kadar uzun olurdu ki yarısı o an satılırdı.
Akşamüzeri işler sakin olunca dışarıya birer tane sandalye atıp karşıdan ona çay kendime kakao söylerdim. O akşam sohbetlerine ve çabucak biten kakaoya hiç doyamazdım. Ahmet ağabey okumuş, dil bilen kültürlü bir insandı. Bir akşam yine böyle sohbet ederken,
“Kitap okuyor musun?” diye sordu.
“Şuan kitabım yok” dedim.
“Olmaz kitap okuman lazım” dedikten sonra içeriye girdi. Elinde bir kitapla geri geldi.
“Al bu kitabı mutlaka oku” kitabı aldım. Denemeler – Montaigne yazıyordu.
Akşam eve gidince kitabı okumaya başladım. Ertesi gün,
“Kitabın ‘Dırdırcılar’ bölümünü çok beğendim” İlerleyen yıllarda birçok kitap, yazar ve müzisyen ile tanışmama vesile oldu.
Montaigne – Denemeler kitabı her önüme çıktığında Fıstık Ahmet ve Gültepe gibi bir semtin yol gösteren, ışık tutan abisi Ahmet Bilgin gelir aklıma, daha kaç çocuk onlar sayesinde küçük mahalle aralarından, fakir semtlerden parlayıp çıkacaktır, çıkmıştır.
Yağmur dindi, hava açtı, güneş çıktı. Alsancak sokakları yine hareketlenmeye başladı.