Uzunca bir zamandır memleketin can sıkıcı gündemlerinden biraz uzak durup farklı bir şeyler karalamak istiyordum. Bu niyetle televizyon ekranlarının bir gününe dair bir şeyler yazılabilir diye düşünüp geçtiğimiz günlerde bir günümü ekran başında geçirmeye çabalasam da ancak yarım gün dayanabildim. Kuaförlerin, ailelerin, gelinlerin, kaynanaların birbiriyle yarıştığı bir dünya tuhaflığa maruz kaldım bilerek ve isteyerek. O yarım günde yarışmacıların kurdukları anlaşılmaz diyaloglardan, bürünülmüş tuhaflıklardan tutun da şiir diye karşısındakine bayağı sözler sarfedenlere, küçük düşenlere, ilan edilen aşkların basit reklam hallerine, ekranlarda kalıcı olabilmek için kırk takla atanlara, her türlü samimiyetsizliğe, program boyu birbirlerine karşı en kaba halleriyle saldırıp veda zamanı geldiğinde sahte bir duygusallıkla örülmüş komik vedalaşma kurgularına kadar neler gördüm neler. Elbette ekrana yarışma adıyla yansıtılan prodüksiyonun yapımcılarının ne hangi kuaförün kimin saçını nasıl yaptığına ne de hangi gelinin hangi kaynanayla ne yaşadığına dair en ufak bir merakı yok. Yapımın ve kurgunun sahipleri için kendi yaşamlarının gerçeklerine alabildiğine yabancılaşmış “zavallı yarışmacılar” o medya kuruluşlarının ışıltılı stüdyolarında sadece birer dekordan ibaret.
İzleyicinin ise ekrana bir şekilde bağlanıp o an için yaşamdan ve kendi gerçekliğinden kopuşu yarışmanın ödülü olarak "kazanan" tarafa sunulan üç beş kuruşun satın aldığı şeydir aslında. Yarışmanın kazanan tarafı, uğruna her şekile girdiği ödüle sahip olurken o ödülden çok daha fazlasını ise en alttan en yukarıya doğru işin yapımcıları, medya patronları, memleketi yönetenler, dünyanın ekonomik ve siyasal gündemini belirleyenler kazanmaktadır. Yapımcı dolgun bir maaşa, medya patronu kendi varlık sebebi olan düzenin, kendi tarafına biçtiği mükafatı olarak gördüğü pastadan payına düşene, yönetenler daha fazla lükse, şatafata, sefaya, dünyanın bu dengesiz düzeninin mimarları ise aklımızın dahi alamayacağı herşeye sahip olmaktadırlar.
Yarışmacı, üç beş gün ekranda görünmekle kapıldığı büyünün etkisiyle belki de o stüdyoda başlayıp dünyanın en tepesine kadar uzanan yalın denklemin farkında olmadan bir ömür yaşayıp gitme eğilimindedir çoğu kez. Üstelik içine dahil olduğu düzenin, kendisinden aldıklarını hiç görmeden. Tüketici, yani ekran başındaki insan ise sabun köpüğü gibi hayatına girip, birden yok olan onca figüre söz konusu gösteri son bulana kadar yaşamında yer verir. Bugün, izleyicinin kendisine sunulanlar arasından bir tercih yapma durumu da kalmamıştır artık. Önüne ne konursa onu tüketir. Dahası bir süre sonra tükettiği şeye ihtiyaç da duymaya başlar. Ekranda gördüğü kim varsa onun yaşamını gözler, bunu ister ve hatta özler. Bu yönüyle düşünecek olursak; tercihleri olmayan, kendisine sunulanı özümseyen, aksini düşünmeyen izleyici, ekranda seyrettiği işin tüketicisi olmanın yanında aynı zamanda tamamlayıcısı da olmuştur artık. Söz konusu yapım o noktada belki de yeniden üretilmiş olur aslında. Yani tam da tüketildiği anda üretilir. Bu sonuca göre tüketici de gösterinin bir parçası olmuştur artık. Kurulu düzene uyum seviyesi ve gösterdiği rızanın boyutu gösterinin içerisindeki yerini belirler.
Chomsky ve Herman'ın tarifiyle "Rızanın İmalatı" süreçlerinde devasa rolleri tarif edilen medyanın toplumu yönlendirme özelliğiyle birlikte kitleleri uyumlu kılmak, ehlileştirmek gibi "kutsal" görevleri de vardır. Burada söylediklerimiz elbette varolan karmaşık işleyişe dair sınırlı kimi tariflerden ibaret. İşleyiş biraz karmaşık olsa da en başta söylediğimiz gibi denklem hayli basit. Peki ne mi yapacağız? İşe tüketici için "aptal kutusu" olarak tarif edilen fakat düzenin sahiplerince "zekice" kullanılan televizyonları kapatmakla başlayabiliriz.