Ege'nin incisi İzmir, sadece deniziyle ve havasıyla değil, tıpkı büyüleyici bir kadının bir sanatçıyı derinden etkileyip büyülemesi gibi, sanatçıların kalplerinde yankılanan bir esin perisidir.
İzmir'in sokaklarında gezinen her adım, bir aşık gibi, tarihin derinliklerinden gelen şairlerin ve yazarların tutkulu fısıltılarıyla doludur. Antik Yunan'dan günümüze uzanan bu şehir, dünyanın edebi sahnesinde, sanatçıların hayal dünyasını büyüleyen bir mücevher gibi parıldar.
İzmir, tarihin en büyük destan yazarlarından Homeros'un yaşamış olduğu kenttir. Homeros, "İlyada" ve "Odysseia" gibi ölümsüz eserlerini burada yazmış ve dünya edebiyatının temel taşlarını bu topraklarda inşa etmiştir. İzmir'de doğan bu destanlar, insanlığın hayal gücünü genişletmiş, medeniyetin dilini şekillendirmiştir.
Ünlü filozof ve şair Xenophanes de M.Ö. 6. yüzyılda İzmir'in antik kenti Kolofon'da yaşamış, eserlerinin çoğunu burada ortaya koymuştur. İzmir'in zengin kültürel mirası, düşüncenin ve şiirin filizlendiği bir toprak olarak, yüzyıllar boyunca filozoflara ve sanatçılara ilham kaynağı olmuştur.
Tarihçi Herodot, İzmir hakkında, "Onlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü ve en güzel iklimlerinde kurdular," diyerek bu şehrin benzersiz güzelliğini vurgulamıştır. İzmir'in gökyüzü, tarihi boyunca şairlere ve yazarlara ilham vererek, onların eserlerinde ölümsüzleşmiştir.
Nobel ödüllü İsveçli şair Tomas Tranströmer'in "İzmir Saat Üç" adlı kitabı, bu büyülü şehrin edebi derinliğine bir övgüdür. Tranströmer, İzmir'den o kadar etkilenmiştir ki, bu şehri ziyaret ettikten sonra kaleme aldığı şiirinde, İzmir'in ruhunu ve atmosferini zarif bir dille betimlemiştir. "İzmir Saat Üç" şiirinde, gecenin karanlığında iki dilencinin yavaşça ilerleyişi, şehrin sokaklarının yalnızlığı ve denizin mavisi, Tranströmer'in gözlerinden bir edebi şaheser olarak bize ulaşır:
“Mavi parıldayarak kaydı geçti dubaların önünden,
Kara süründü ve büzüldü, taştan dışarı bakarak,
beyaz bir fırtına olup esti gözlere.
Nalların altında ezilince saat üç…”
Victor Hugo'nun İzmir'i bir prensese benzettiği "Orientales" adlı kitabındaki sözleri, şehrin zarafetini ve çekiciliğini gözler önüne serer: "İzmir bir prensestir. Çok güzel küçük şapkasıyla. Mutlu ilkbaharlar durmaksızın onun çağrısına yanıt verir." Hugo'nun dizelerinde İzmir, denizler arasından ışıldayan bir mücevher gibi betimlenir. Bu şehir, güzelliği ve cazibesiyle yazarların kalemlerinde ölümsüzleşmiştir.
Sadece şimdi değil, binlerce yıl önce de İzmir’in kadınlarının güzelliği dilden dile dolaşırdı. Antik çağda kadının adı yoktu belki, ama antik çağın ilk kadın şairi Sappho, binlerce yıl önce İzmirli kadınların güzelliğini ve bu kentte kadın ve erkeğin eşit yaşadığını hayal mi gerçek mi bilemediğimiz şiirinde dile getirir. Kocasına gönderdiği şiirinde Sappho, İzmir’in eşsiz atmosferini ve Ege’nin büyüsünü şöyle yansıtmıştı:
“Ey benim sevgilim, ey benim kocam!
Sen ki bana âşıksın, ben sana âşık.
Bir gün burada, karşı kıyıda,
Yani Ege’de, Smyrna’da,
Bir geldim, gördüm ki kadınla erkek
Aynı sofrada oturmuş,
Aynı zeytini yiyip,
Aynı zeytinyağına ekmeklerini bandırıyorlar.
Ey benim kocam, ey benim sevgilim!
Aynı asmanın üzümlerinden yiyip,
Aynı asmanın üzümlerinden
Şarabı birlikte içiyorlar.
Ey benim sevgilim, de bana şimdi:
Sen mi bana âşıksın?
Yoksa bu Ege’dekiler mi birbirine âşık?”
Bu kadim şehirde atılan her adım, Homeros'un dizelerinden fırlamış bir yolculuğa sürükler insanı. İzmir, gökyüzünün masmavi kubbesi altında, denizinin tuzlu rüzgarlarıyla okşanan kıyısında, adeta bir şiir gibi yayılır. Her köşe başında, tarih boyunca nice şairin ve yazarın düşlerinde filizlenmiş satırlar yankılanır. İzmir, Ege'nin gümüş saçlı tanrıçaları tarafından özenle dokunmuş bir ilham pınarı gibi, edebiyatın kalbinde daimî bir yer edinir. Her anı, her manzarası, Homeros'un epik mısralarında yankılanan bir esin kaynağı olarak varlığını sürdürür ve edebiyatın sonsuzluğunda, bir yıldız gibi parlamaya devam eder.