Raymond Charles Pere’nin hikâyesi, yalnızca bir mimarın değil, bir âşığın ve bir şehrin kaderinin nasıl birleştiğinin masalıdır.

Fransa’nın taşra kasabalarından birinde doğan genç Pere, kaderin oyunuyla İzmir’e gelir. Fransızca öğretmeni olarak bu şehre adım attığında, belki de hayalini bile kuramayacağı bir serüvenin içine çekileceğini bilmiyordu. Çünkü İzmir, onun yalnızca mimari eserlerinin değil, kalbini taşıyan bir aşkın da ebedi mekânı olacaktı.

1880’lerin başında, Pere, İzmir’in Levanten ailelerinden Russo ailesinin evine misafir olur. Bu evde, sardunyalarla bezenmiş balkonların ve taş duvarların içinde genç Anais ile tanışır. Anais, Russo ailesinin en küçük kızıdır. Pere’nin gözünde, İzmir’in güneşi onun gülüşünde, rüzgâr ise onun sesiyle yankılanmaktadır. Ancak görevini tamamlayan Pere, ülkesine geri döner. Anais’i ardında bıraksa da, yüreğinde taşıdığı bu aşk, onun İzmir’den uzaklaşmasına asla izin vermez.

Bir yıl geçer… Ama ne İzmir unutulmuştur ne de Anais. 1882 ya da 1883’te Pere, soluğu tekrar İzmir’de alır. Bu sefer, kalbinin çağrısına kulak vererek geri dönmüştür. Ve 1884 yılında, Anais ile evlenerek yalnızca aşkını değil, İzmir ile kaderini de birleştirir. Artık İzmir, onun sadece bir geçiş durağı değil, sonsuz ilham kaynağıdır. Pere, taşları birleştirerek İzmir’in ruhunu inşa eden bir mimar, şehri zamanla ve aşkla yoğuran bir sanatçıdır.

Raymond Pere, İzmir’de yalnızca sevgisini değil, sanatıyla şehre kazandırdığı eserleri de bırakır. O, bugün iki palmiyenin arasından gökyüzüne yükselen, kuşların kanat çırpışlarıyla süslenen Konak Saat Kulesi’nin mimarıdır. Bu kule, yalnızca Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yılı için değil, İzmir’in ruhunu yansıtan bir anıt olarak inşa edilmiştir. Péré’nin ellerinde şekillenen İzmir’in simgesi Saat Kulesi, Osmanlı’nın zarafetiyle Batı’nın estetiğini harmanlayarak, zamanın akışını taşta durduran bir sanat eseri haline gelmiş; pencerelerindeki padişah tuğrası ise sadece bir mühür değil, bir kentin ruhunu mühürleyen bir anı olmuştur. Ancak Saat Kulesi, Pere’nin İzmir’e bıraktığı tek miras değildir.

Pere’nin İzmir’i, taş ve duvarlarla yeniden şekillenmiştir. Sarıkışla’daki Çeşmeli Havuz, Karşıyaka Sainte Helene Katolik Kilisesi, Fransız Hastanesi, Ayşe Mayda Evi, ve İzmir’in Levanten geçmişine ışık tutan daha birçok yapı onun zarif dokunuşlarını taşır. Jean Gabriel Evi, Notre Dame des Anges Yetimhanesi ve özellikle Meryem Ana Evi, onun mimari zekâsıyla dini bir kutsiyeti birleştiren eserler arasındadır. Bugün İzmir’de ayakta kalan Fransız, Yunan ve İtalyan konsoloslukları da onun döneminde şekillenen yapılar arasındadır. İzmir’in zarafeti, onun eserlerinde ruh bulmuştur.

Pere, yalnızca bir mimar değil, bir sanatçıydı. İzmir’in Katolik mirası ile harmanlanan freskler, çizimler ve detaylar onun sanatsal hassasiyetini yansıtır. İzmir St. Polycarpe Kilisesi’nin duvarlarında imzasını taşıyan freskler, onun yalnızca bir bina değil, bir hikâye yaratıcısı olduğunun kanıtıdır. Pere, St. Polikarp’ın Antik İzmir Stadyumu’nda yakılarak öldürülmesini betimlediği fresklerde, elleri bağlı bir figür olarak kendisini de ölümsüzleştirmiştir.

Fakat Pere’nin en büyük eseri belki de taşlara değil, şehre kazıdığı sevgisiydi. İzmir’e duyduğu bağlılık, eserlerinde hissettirdiği tutku, yalnızca bir aşkın değil, bir şehre adanmışlığın hikâyesini anlatır. Bugün Konak Meydanı’nda kuşların göğe yükseldiği her an, Saat Kulesi’nin taşlarında onun ellerinin izleri, kalbinin sıcaklığı hissedilir.

Peki, İzmir’in simgesi olan Saat Kulesi’nin gölgesinde bir an durup düşündünüz mü? Bu taşlara kazınmış hikâye yalnızca bir mimarın eseri mi, yoksa aşkın İzmir’de yarattığı bir masal mı? Bugün bu eserlerin değerini kaç kişi biliyor? Ve asıl soru şu: Taşlara kazınan masalsı aşkı, yıkılan yapıları, yangınların küllerinde kaybolan izleri ve zamanın acımasız dokunuşunu, derinlemesine hissedebilir miyiz?