Örneğin, Antik Yunan’dan ne değişti günümüze?
Peisistratos’un tiran olabilmek için Atina dışında kendi kendini yaralayarak sonra da kanlar içinde Atinalılara suikasta uğradığını anlatarak iktidara geldiği günden bu yana ne değişti?
On binlerin öldürüldüğü cadı avlarından, atom bombasından, Vietnam’dan bu yana ne değişti?
GiardanoBruno’nun, evrende dünyadan başka gezegenler olduğunu söylemesinin ardından, engizisyon tarafından diri diri yakılmasından sonra ne değişti?
Mesela, Hamlet’ten ne değişti günümüze?
“…Kim dayanabilir zamanın kırbacına…
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,
Kötülere kul olmasına iyi insanın…”
Politikanın anlamı mı değişti? Hala aynı; devlet/site yönetimi ve hatta devlet yönetme sanatı.
Politika, siyaset veya adı gelecekte ne olur bilmiyoruz ama;
Hala yöneten ve yönetilenlerden oluşması gerektiğini düşünüyor toplumların;
Hala yönetiyor propaganda ve retorik eşliğinde yönetilen kitleleri,
Mütemadiyen bazı muhalif rütbesindeki yönetilenler yanıtlıyor yönetenleri, propaganda ve retorik eşliğinde,
Bazı yönetilenler tümden karşı,
Ekseriyet yönetilen zeval gelmesin istiyor şu üç günlük dünyada kurduğu üç eşyadan ibaret düzene,
Yönetenler geri dönütlerini analiz ediyor yönetilenlerin, anket, propaganda ve retorik ile,
Zaman zaman hoşlanacağımızı varsaydığı argümanları döküyor önümüze temsili demokrasiler,
Temsilciler seçiyor insanı kendinden bile iyi tanıyan…
Ama bazı yönetilenler hala Kızılderili, Vietnamlı, cadı…
İşte bu 5 satırlık hayata muhalefet etmek, karşı olmak ve yeni bir hayale koşmak da var seçeneklerde.
Tarihin ve zamanın bu anlaşılmaz ve garip sabitliğini değiştirebilenler, bu seçeneği işaretleyen, tarihin o gününe kalemlerini, sözlerini veya canlarını bastırarak karşı duranlar da var.
Not düşmüyorlar tarihe, başka bir tarih yazıyorlar, tarihin anlamak istemediği ama anlatmaktan kaçamadığı bir tarih yazıyorlar.
Dominik Cumhuriyeti’ni yönetirken üç yaşındaki oğlunu albay rütbesine yükselten, okuma yazma bilmeyen eşine Nobel edebiyat ödülü almak için kulis yapan, tüm bu günlük uğraşlarının ve egosunun altında ezilmesini istemediği yönetilenlerini katliamlarla hizaya sokan Trujillo’ya, cansız ve tecavüz edilmiş bedenleri ile tokat atan Mirabal kardeşler mesela.
Mesela, “Bir rüyam var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.” diyen Martin Luther King, mesela Nazım, mesela Deniz, mesela o kadar çok var ki mesela…
Peki bu istenmeyenler, bu romantikler, bu iflah olmazlar, bu serüvenciler, bu karşı çıkanlar, bu muhalifler nasıl oluyor da tarihin tozlu yapraklarının ayraçları, çağ değiştiricileri, insanlık ve dünyanın esin kaynakları olarak kalabiliyorlar hala?
Doğru zamanda söz söylemekle değil, söz söylemenin doğru zamanı yoktur, statükonun dilidir zamana bağlanmış söz öbekleri.
Korkusuz olmakla hiç değil, korkusuzluk mitinin ulaşılmaz dağına kimsenin gidemeyeceğini bilir yöneten, o yüzden yönetilenin önüne konulmuş güzel bir manzaradır korkusuzluk; bakılıp da gidilemeyen ve bu da retoriğin ve propagandanın dilidir.
Muhalefet etmek, karşı duran olarak hatırlanmak statükodan, retorikten ve propagandan ötedir, yöneten araçları ile muhalefet olanları tarih yazmak istese de yazamaz, tarih kendini kopyalarla yeniden tarif etmekten korkar, aksi halde inandırıcılığını yitirir.
Tarih, yazmak istemese de, insanın içtenliği ile ortaya çıkan karşı duruşu, içselleştirdiği yaşam ile önünde duran politikayı reddedişini ve insan olarak yaşama isteğini yazmak zorunda kalır.
Hani muhalefet edemiyoruz ya, hani muhalefet etmesini istediklerimiz de edemiyor ya, hani bizim adımıza, yani bazenstatüko, retorik ve propagandaya karşı Kızılderili bir cadı olmak zorunda kalıyoruz ya, ama yine olmuyor ya, işte sancı bundandır Ahmet Abi, bence yani. Şiir okuyalım Ahmet Abi;
“…Anısı ıssızlıktır
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi…”[1]
[1] Şiir, Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri