Ne zaman, kimin kitabında okumuştum, hatırlamıyorum, şöyle kalmış aklımda: Çok zengin biri, mutluluk nedir, diyerek düşmüş yollara. Şili’nin dağlarından Sahra çöllerine, oradan kutuplara filan derken yolu en son Himalayalar’ın yüksek eteklerinde bir mağaraya düşmüş. Meğer o mağarada bir bilge tek başına yaşarmış. Ona sormuş, ‘Mutluluk nedir?’ diye. Bilge, önündeki bir tas kirazı ağır ağır atıştırıyormuş. Zengin Adam’ın sorusu üzerine kaşlarını pek de umursamaz bir tavırla kaldırıp bakmış, sonra duyulur duyulmaz bir sesle, “Mutluluk bir tas kirazdır” demiş. Bu cevap üzerine Zengin Adam şöyle bir irkilmiş, çünkü beklediği cevap bu değilmiş. Bilge Adam, Zengin Adam’ın şaşkınlığını fark etmiş; duraksamadan, “Öyle değil mi?” demiş, başını eğip kiraz yemeye devam etmiş.
Çok doğru: Bir tas dolusu kiraz yemek sizi mutlu ediyorsa mesele yok demektir. Ya da bir kitabı okumak, bir konser dinlemek vesaire…
1993’ün güz aylarıydı. Almanya’dan yeni dönmüştüm. Şu sıralar dostluğumuzun 53. yılını idrak ettiğimiz Salim Çetin’i ziyaret etmiştim. Hatırımda kaldığı kadarıyla Susuz Dede Parkı’nda oturuyor; küçük, kısa mırıltılarla konuşuyorduk. Değişen, değiştikçe yozlaşan insan ilişkileriydi konumuz. Salim’den 30 yıldır unutamadığım o saptama geldi: “Biz 70’li yılların devrimci değerleriyle büyüdük Aydoğan, bundan sonra mutlu olma şansımız yok.”
Ne demekti şimdi bu? Yani ne olursa mutlu olabilecektik biz? O yıllarda devrim olacak ve sınıflar arasındaki bütün farklılıklar bitecek, diye bekliyor ya da mücadele ediyor ve gün sayıyorduk. Devrim olur olmaz mutlu olacaktık yani. Olmadı. Tersine; 12 Eylül faşizmi mutluluğumuzun üzerinden silindir gibi geçip gitti. Salim Çetin de o silindirin altında kalanlardan oldu üstelik. Artık ikimiz de 60’lı yaşlardan giderek uzaklaşıyoruz ve hâlâ mutluluk peşinde koşup duruyoruz. Bakalım artık!
Başka, güneşli, şurup gibi bir gün… Vapur’un üst katında Karşıyaka’dan Pasaport’a geçiyordum Gazeteci abim Yaşar Aksoy’la oradan buradan sohbet ede ede... İskeleye yaklaştığımız sırada Yaşar Aksoy son sözünü söyledi: “Biz sınıfta kalmışlardanız Aydoğan, boş ver!”
İndikten sonra yollarımız ayrıldı ama o son cümlesi beni terk etmedi. Nasıldı yani, ne olmuştu da sınıfta kalmıştık biz? Hangi sınıftaydık ki? Ne yaptık ya da ne yapmadık ki kaldık sınıfta? Hayatın tekrarı yoktu ki, sınıfta kalmamak için temize çekelim kendimizi! O kadar mı umutsuz kalmıştık yani, bu da mı gol değildi?
Bu ülkede neden mutlu olamıyorduk biz? Beklentilerimiz mi yüksekti, yoksa biz yanlış insanlar mıydık?