Saat sabah yedi buçuk. Kızım okula gidecek, hazırlanıyor. Küçük bir kıyamet kopuyor; öğlen arkadaş buluşması var. Bizimkinin beyaz ojesi bitmiş, bu saatte açık bir yer yok. Başka renk oje sürmesi konusunda ikna edemiyorum onu, illa ki mat beyaz olacak. Ojeyi alıp sonra da okula giderek ona verme işi babaya yani bana emrediliyor. Bu ciddi bir görev titizlikle yapılmalı. Söylediği kozmetik firmasının önünde bekleyen kadının gerisinden sıraya giriyorum. Kapı açılışıyla beraber hızlıca içeriye dalıyorum, yeni paspas atılmış koridorda ayak izlerim çıkıyor. Çalışanlardan özür dilerken mahcup oluyorum. Tamam, bu kadınlar rüyalarında görmüşler anladık… Peki, sen de mi bizi rüyanda gördün be adam, der gibi bakıyorlar. Özürler işe yaramıyor, hissediyorum içlerinden bana sağlam küfür ediyorlar. Ojelere bakarken bir yandan da sol kulağım çınlamıyor, sanki zonkluyor. Hızlıca beyaz bir oje alıp çıkıyorum. Bu tecrübe beni yaşadığımız şu günlerden doksanlı yıllara götürüyor.
***
Doksanlı yıllardı. Sonbahar gelmiş, havada yorgun bulutlar dolaşıyordu. Yağmur olup yağmaya halleri yoktu. Ebru ile ben o gün sabah vardiyasındayız. İkimizde henüz uyanamamışız. Fonda her zamanki gibi Ezginin Günlüğü’nün Oyun albümü çalıyor. Kitabevinin temizliğini yapmamız gerekiyor, ağırdan alıyoruz, yan yatıyoruz, çamura batıyoruz. Öyle şimdiki gibi kitabevlerinde temizlik personeli yok. Önce inceden (yani yalandan) süpürüyoruz, arkasından paspas atıyoruz. Yerler ıslak. Buna rağmen (bizi rüyasında gören) bir gün önce çok ilginç diyalog yaşadığımız müşteri ‘daha açılmadık’ dememize fırsat vermeden otuz altı numara (Belki inanmayacaksınız ama ayakkabı numarasının izi çıkmış) ayak izlerini baştan sona bırakarak bir hışımla yanımızdan geçti. Ebru ile birbirimize baktık.
Bir gün önce sanırım yine aynı saatlerde hışımla içeri girip rüya tabirleri rafını sorup uzun süre birkaç kitabı karıştırdıktan sonra arkadaşımıza dönüp,
“Pardon Salatalık turşusu için salataya mı turşuya mı bakmalıyım?” demiş, bu uzmanlık gerektiren soru için arkadaşımız önce şok, sonra kısa bir şaşkınlığın ardından yapıştırmış cevabı,
“İkisine de bakın”
Dejavu, ablamız ertesi gün hemen hemen aynı saatlerde yine astroloji rafının önünde elinde tutmaya çalıştığı kocaman çantası ve bir o kadar büyük Rüya Tabirleri kitabı ile kendinden geçiyor. Sanırım bir gece önce karmakarışık bir rüya görmüş ofluyor, pufluyor raftan başka kitaplar alıyor. Biz çil yavrusu gibi dağılmış durumdayız, ondan uzak duruyoruz. Hepimiz mizah dergilerinden fırlamış tipler gibi ortalarda dolaşıyoruz.
“Sakin olun herkes işinin başına geçsin” dedim. Cesaretimi toplayıp,
“Aradığınız bir şey varsa yardımcı olayım?” dedim.
“Offff aradığım şeyi bu kitaplarda bulamadım. Başka Rüya Tabirleri kitabı var mı?”
“Yok, hepsi burada… Piyasadaki tüm rüya tabirleri kitapları bizde mevcut, isterseniz rüyanızı bana anlatın ben yardımcı olmaya çalışayım”. Önce yukarıya sonra aşağıya baktı, beni tepeden tırnağa süzdü… Göz göze geldik. ‘Neler oluyor?’ dedim içimden.
“Size anlatamam bir hanım arkadaş varsa ona sorsam”
“Tabi ki hemen arkadaşı çağırayım” Soluğu Ebru’nun yanında aldım.
“Hanımefendi seni çağırıyor” Ebru şok, inanamadı parmağıyla kendini göstererek,
“Beni mi?” dedi
“Evet, rüyasını sana anlatacakmış” Şaşkın bir halde kadının yanına gitti.
Bazen yükselen kimi zaman fısıltı ile yapılan kısa konuşmadan sonra kadın gülerek kitabevinden ayrıldı. Hepimiz Ebru’nun yanına koştuk.
“Ne oldu, ne sordu?”
“Salatalık Turşusunu… İki gecedir aynı rüyayı görüyormuş”
“Bana neden sormamış”
“Dün bir erkek arkadaşa sormuş hiç yardımcı olmamış”
“Sen ne söyledin?”
“Duymak istediklerini” dedi kestirip attı.
O müşterinin tekrar kitabevine gelip gelmediğinden emin değilim fakat emin olduğum tek şey var o da rüyasında bizi görmediğidir.
***
Koşarak okulun yolunu tutuyorum. Ojeyi poşetin içinde, kapıdaki görevliye bırakıyorum. On dakika sonra telefon…
“Babaaaaaaa bu mat beyaz değil.”
“Ne güzeldi doksanlar.”
“Efendim.”
“Yok bir şey.”
İyi Okumalar.