Savaş durumu Avrupa başta olmak üzere ülkelerin, uygarlık-demokrasi süslerini üzerinden atarak çırılçıplak bıraktı. “Demokrasi”, “insan hakları” gibi kavramları egemenlerin, kendi ihtiyacını karşılamak üzere manipülasyon aracı olarak kullandığı gözler önüne serildi.

Durum böyle olmasına rağmen kafa karışıklığı devam ediyor. Savaşın gündelik ritmine göre taraf olunuyor, bir eylem tarzı ile sınırlı değerlendirmeler üzerinden haklı-haksız belirleniyor, yapılan değerlendirmeler savaş durumunun özü, tarihselliği tartışılmadan devam ettiriliyor. İdeolojik belirsizlik ve politik basiretsizlikle yorumlar, değerlendirmeler yapılıyor. Medeni dünya-barbarlar veya ilericilik-gericilik arasında savaş diyenler de “ama Filistin toprak sattı” propagandasını yaygınlaştıranlar da “manipülasyonun” parçası haline geliyor.
Bu zeminde buluşuluyor olmasının birçok nedeni var. Ama başlıca nedenlerinden biri “Yeni dünya düzeni”, “küreselleşme” palavraları ile çatışmasız, istikrarlı, daimî kapitalist sistem propagandasını yayan liberal virüsün, savaş konusunda da bilinçleri sarsıyor olması. Oysa yüzlerce yılı bulan kapitalist sistem deneyimi ile insanlık; kapitalizmde, özellikle emperyalist dönemde, savaşların kaçınılmaz hale geldiğini acı deneyimlerle yaşadı. Kapitalizmin çelişki ve çatışma üreten bir sistem olduğu son yıllarda yaşanan gelişmelerle denilebilir ki çok daha anlaşılır oldu. Neredeyse her bölge emperyalistlerin müdahaleleri ile kozlarını paylaştığı bir alan olarak çatışma ve savaşa sürüklendi, sürükleniyor.

Ulusal, milliyet ve dini değerler üzerinden sürdürülen tartışmalar ise kapitalizm ve emperyalist sistemin rolünü, savaşın özünün tartışılmasını gölgeliyor. Sorun sadece dinler arası bir savaş ile açıklanmak isteniyor. Durum böyle olunca, “Bunca Müslüman ülke var neden müdahale edilmiyor?” sorusu, “din” eksenli bakış açısını yerle bir ediyor. Ekonomik ilişkiler ülkelerin pozisyonunda belirleyici oluyor. Kapitalist eşitsiz gelişme ve rekabet, pazarda daha fazla pay ve söz sahibi olmaya çalışan kapitalist- emperyalist güçler arası ilişkilerin tayin edici yasası olarak savaşa karşı nasıl pozisyon alınması gerektiği bu tartışmalarla boğulmak isteniyor.

“Emperyalizmin ‘iktisadi temeli’ varlığını sürdürdüğü sürece, emperyalistler arası ve emperyalistlerin körüklediği savaşlar kaçınılmazdır” tespitini yapan Marksistleri hayatın akışı acı deneyimlerle doğruluyor.

Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin olduğu bir yerde “tarafsızlık” yalanına inanmıyorsak; işçiler, emekçiler, yoksullar nasıl ve neye göre taraf olmalıdır? Kısaca belirtecek olursak, sömürüye karşı emekçilerin sınıf savaşı başta olmak üzere, işgale karşı direniş ve anti-emperyalist kurtuluş savaşları doğrudan haklı savaş olarak görülmelidir. Emperyalist ülkeler başta olmak üzere hangi ülke olursa olsun, işgal ve yağma savaşları haksız savaşlardır. Unutmamak gerekir ki savaşlar, kendilerini doğuran politik sistemlerden ayrı değerlendirilemez. Savaştan önce, belli bir devlet, bu devlet içindeki belli bir sınıf tarafından uzun süre izlenen bir politika, savaş sırasında da aynı sınıf tarafından ister istemez devam ettirilir. Kendi ülkesinin dahi olsa haksız savaşına karşı çıkılmadan ise gerçek bir barış savunusu yapılamaz.
“O halde, savaşın yalın bir politik eylem olmayıp gerçek bir politik araç, politik ilişkinin bir devamı, politikanın başka araçlarla uygulanması olduğunu görüyoruz. Savaşın kendine özgü özelliği, sadece araçların özelliğinden ibarettir” diyen Clausewitz’in tespiti ile ABD’nin gelen gemisi, Avrupa’nın durumu ve İslam ülkelerinin aldığı pozisyon çok daha anlaşılır oluyor.

Son olarak ifade etmek gerekir ki, ülkelerin iç ve dış gerici politikalarına karşı halklar bir alternatif oluşturamazsa, tüm ülkeler savaşın günahlarına ortak edilecektir.