Evde kaldıkça eski günler aklıma geliyor. Annemin beni ve kardeşimi düğüne gider gibi giydirip yazlık sinemalara gittiğimiz zamanlar. Annem babamın koluna girer ben ve kız kardeşimle el ele tutuşurduk. Çobançeşme’ye geldiğimiz zaman meydandaki Gördüren Sineması’nın 2 Şahane Film Birden yazan afişlerinin önünde durup, hangi filmlerin oynadığına bakardık. Ben tüm artistlerin isimlerini tek tek okurdum. Kardeşim sıkılır beni orada bırakıp önden giden ailemizin yanına koşardı. Sinemanın önünde her zaman kuyruk olurdu. Küçük gişenin önüne geldiğimizde iki tam bir öğrenci bileti alırdık. Babama “Kız kardeşime bilet almıyor muyuz?” diye sorduğumda, “O fasulyeden” derdi. Arada sırada maç yaptığımız büyük ağabeyler beni sevdikleri için takıma alırlardı. İki takım arasında bir kişi fazla olduğunda beni gösterip “O fasulyeden” derlerdi. Böylece sorun çıkmadan oynardım.
Gültepe’deki Gördüren Sineması hep hayallerimi süslemiştir. Hayalim makine dairesinde olmaktı. Sinema makinesi ve ben… Seyirciler “Makinist seeeeesssssss” diye bağırsın, kopan filmin ekrana yansıyan görüntüsünden sonra salonda hep bir ağızdan “Aaaaaaaa!” diye yükselen hayal kırıklığının sesi duvarları kaplasın, film başlamadan önce ve aralarda çaldığım müziklerle kah hüzünlenip kah mutlu olsunlar diye geçirirdim içimden.
Aralarda sinemanın beyaz perdesinin hemen önünde olan sanki film izlerken orada yokmuş, ışıkların açılmasıyla kurulmuş gibi duran kantin, gazoz ve çiğdem satmaya başlardı. O an, açılıp yere düşen gazoz kapaklarının sesine sinemanın hoparlöründen bir sanatçının kasetten türküleri eşlik eder, bizler makinist dairesinin önünde durur, makinistten kopan filmleri almaya çalışırdık.
Çoğu zaman sinemaya yalnız başıma da giderdim, yedi sekiz yaşlarında ufak tefek (Şimdide pek uzun olduğum söylenemez) bir çocuktum. Sıradan bir gün yine sinemanın önündeydim. Fakat bir sorun vardı. Bilet kuyruğu eski Gültepe Belediye Binasını bile geçiyordu. Yani çocuk aklımla baktığımda teeeeee çokkkk uzaktı. Her zaman kuyruk olurdu ama ilk defa bu kadar uzun bir sıra görüyordum. Git git bitmiyordu. Sıranın ortalarında maç yaptığımız ağabeyleri gördüm. İçlerinden biri beni çağırıp, “Gel neredesin, seni bekliyoruz” dedi. Önce bir durdum. Hemen önlerinde ve arkalarında bekleyenlerle göz göze geldim. Yavaş yavaş yürüyüp (Bir şey söyleyen olursa geri adım atabileyim diye) aralarına kaynak yaptım.
“Bu ne kuyruk?” dedim.
Murat ağabey,“Haberin yok mu? Küçük Emrah bu akşam galaya geliyor” dedi.
“Haberim yok” dedim. Zaten söylediği kişiyi de tanımıyordum, umursamadım. Bilet gişesine geldiğimizde elimi cebime attım. Mıstık ağabey bana dönüp,
“Sen para verme” dedi.
“Neden?” dedim.
“Unuttun mu sen fasulyedensin” dedi. Hepimiz güldük.
İkinci film yeni başlamıştı. Beş dakika ya izledik ya izlemedik. Sinemanın bütün ışıkları yandı. Bir çocuk perdenin önüne çıktı. Herkes ayağa kalktı. Alkış, ıslık, kıyamet kopuyordu. Ben hemen arka tarafa makinistin kapısına dayandım. Kapıyı araladı.
“Ne istiyorsun?”
“Kopmuş film var mı?” dedim. O da tam dışarı çıkıyormuş. Beni başından savmak için bir tomar film verdi. Birazını ceketimin cebine geri kalanını kırılmasın diye koynuma doldurdum. Bu arada Küçük Emrah izleyicilere filmi beğendiniz mi diye sordu. Daha beş dakika bile izlememiştik ki hep bir ağızdan (Ben aldığım kopmuş filmlerin sevinciyle) ‘Eveeeeetttttt’ diye bağırdık. Tüm Gültepe inledi.
Keşke yine olsa yine bağırsak…